Bazen insan, kendini gerçekleştiremediğini hisseder.
Adını koyamaz belki ama içten içe bir eksiklik dolaşır durur yüreğinde. Benimki de biraz öyle… Kim bilir, belki de beni diri tutan, çalışmaya mecbur bırakan o iç dürtü tam olarak budur. Eksik hissetmek. Tamamlanmamış olmak. Çünkü insan çoğu zaman yokluğundan değil, yetmediğini düşündüğünden yola çıkar.
Durmak bana hiçbir zaman iyi gelmedi. Beklemek, tevekkül ile tembelliğin birbirine karıştırıldığı o gri alanda, bana acizlik gibi görünür. Elbette sabır kıymetlidir; lakin sabır, hareketsizlik değildir. Sabır, yürürken taşımayı bilmektir yükü. Benim ruhum ise durduğu yerde çürüyen cinsten. O yüzden hareket hâlinde olmak, devran etmek, bir hâlden bir hâle geçmek beni cezbediyor. Akan suyun berraklığına inanıyorum.
Sürekli bir gayret içinde olmak, yalnız kendim için değil, başkaları için de bir şey yapabilme ihtimali beni ayakta tutuyor. İnsanlara faydalı olmak… Onları iyiye, doğruya, güzele doğru kanalize edebilmek… İşte bu, bende tarifi zor bir iç huzuru oluşturuyor. Sanki içimdeki dağınıklık, başkasının yoluna ışık olurken toparlanıyor. Kendi yaralarım, başkasının derdine merhem olmaya çalışırken sızlamayı bırakıyor.
En garibi de şu: Hasetlik etmeden, kıskançlığa düşmeden, bir arkadaşının başarısıyla samimiyetle gururlanabilmek bende müthiş bir haz oluşturuyor. Çünkü insan, başkasının sevincine ortak olabildiği kadar insandır. O an, içimdeki dar dünya genişliyor. Kalbim, sadece kendime yetmeyen bir kap olmaktan çıkıp başkalarına da açılan bir haneye dönüşüyor.
Belki de kendimi gerçekleştirememiş hissetmemin sebebi, tek bir noktada durmayı reddetmemdir. Belki benim yolum, varılacak bir menzilden ziyade yürüyüşün kendisidir. Devran hâlinde olmak… Düşe kalka, yorula dinlene, ama hep bir adım daha atarak.
Şunu biliyorum: İnsan durduğunda değil, anlamını kaybettiğinde tükenir. Benim anlamım ise harekette, faydada ve samimiyette gizli. Ve galiba Rabbim beni, tamamlanmış bir sonuçtan ziyade, bitmeyen bir gayretle imtihan ediyor.
Varsın olsun.
Yürümek, bana yetiyor.
Kavak Ağaçları ve Hatıralarım
Kavak ağaçlarını hep sevmişimdir.
Belki boylarından, belki rüzgârla konuşan dallarından… Ama asıl sebep, onlara yüklediğim hatıralardır.
Babamın vefatından sonra bir süre halamın evinde, adeta hayata emanetçi olarak kalmıştım. Geceleri uykum, evin yanındaki kavakların rüzgârla çıkardığı o uğultuya karışırdı. Ne tam korku, ne tam huzur… Bir gerilim vardı içinde ama insanı diri tutan cinsten. Sanki o sesler, gecenin karanlığında “yalnız değilsin” der gibiydi.
O kavaklar bana her zaman gökyüzüyle bütünleşmiş gibi gelirdi. Kökleriyle toprağa, dallarıyla semaya tutunmuşlardı. Yanlarından geçen dere, onları öyle beslemişti ki, adeta göğe merdiven dayamışlardı. Su, sabırla akmış; kavaklar sabırla uzamıştı. Hayat da öyle değil miydi zaten? Sessizce akanlar, en çok yükselenler olurdu.
Nedense kendimi hep o ağaçlarla eş tuttum. İnce, uzun, rüzgâra açık… Ama kökleri derinde. Her savruluş bir kopuş değildi; bazen sadece esnemekti.
Sonbahar geldiğinde yaprakları gazel olurdu. Dallarından kopan yaprakları toplar, tandır başında yufka ekmek yaparken ateşe atardık. O yapraklar, bir ağacın vedasıydı belki ama bizim için ekmeğin, bereketin, sofranın parçasıydı. Hayatın döngüsünü o yaşta öğrenmiştim: Düşen her şey kaybolmaz, bazen başka bir şeye dönüşür.
Bahar geldiğinde ise kavakların pamukları uçuşurdu. O beyazlık bana her zaman şefkati hatırlattı. Yaraları saran, sesi yükseltmeden varlığını hissettiren bir şefkati… Kavaklar o zaman korkutucu değil, anaçtı. Rüzgâr bile daha yumuşak eserdi dallarında.
Bugün hâlâ bir kavak ağacı gördüğümde durur, bakarım. Çünkü bazı ağaçlar sadece ağaç değildir. Kimi zaman bir baba sessizliği, kimi zaman bir gece korkusu, kimi zaman da şefkatli bir bahar sabahıdır.
Kavaklar bana şunu öğretti:
İnsan, rüzgârda sallansa da köklerini unutmamalı. Çünkü göğe uzanmanın tek yolu, toprağa sağlam basmaktan geçer.