Eskiden de böyle miydi, hadiselerin belagati kelimelerin belagatinden üstün müydü derseniz, tabii bu kadar değildi derim. Bu coğrafya maalesef asırlar boyu huzursuzlukları, fitneleri, kardeş kavgaları ile hafızalarımıza kazınmış bir coğrafya ve belki de peygamberlerin hep bu bölgeye gönderilmiş olmalarının sebeplerinden biri belki de bu.
Asırlardır kendi derdi yetmediği gibi bir de günümüze başka coğrafyaların derdi de yine bu bölgeye eklenince artık ayıkla pirincin taşını.
Keşiflerle bütün dünyayı arka bahçesi yapan batı ülkeleri özellikle uzak doğu ile ilişkilerini güçlendirdikçe bu coğrafyanın önemi çok daha arttı. Ticari yollarının hemen hepsi bu bölgeden geçer oldu. Yine kuzeyin siyasi yönden güçlü ülkesi Rusya’nın da her zaman diri olan güneye, sıcak sulara inme rotası da bu bölgeyle ilgili olduğundan bu coğrafya artık kendisi dışındakilerin hayallerini daha çok süsleyen bir coğrafya olmuştu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi petrol gibi, doğalgaz gibi, bor gibi zengin yeraltı kaynakları da çıkarılmaya başlayınca dünyanın ekonomik yönden gözünü bu topraklara dikmesi de doğal olarak yadırganmadı. Başta da değindiğim gibi ilahi dinlerin de doğup büyüdüğü topraklar burası olunca tarih ve kültür turizmi yönünden de cazibe oluşturduğunu da unutmamamız gerekir ki bölgenin önemini daha iyi kavrayabilelim.
Doğal olarak dünyanın neresinde olursa olsun ülkesinde rahat ve gelecek kaygısı olmadan varlığını sürdürmek isteyen her ülkenin bu bölgede öyle veya böyle bağlantıları, iyi ilişkileri olmalıydı ki özellikle ekonomilerini besleyen damar yolları aksamasındı. Bu ilişkilerde karşılarında yer alacak büyük devletlerin de pazarlık masasına daha güçlü oturacakları muhakkaktı. Bu coğrafyada bu yüzden çok güçlü bir devletle muhatap olmaları hiçbirinin işine gelmeyeceği gibi böyle bir ihtimale karşı da aralarındaki çıkar çatışmalarını bırakıp ortak blok bile oluşturmaları hiç de yadırganacak bir seçenek değildi.
El birliği ile içten ve dıştan her türlü ittifakları yaparak yıktıkları, bölgenin her türlü dokusuyla bütünleşerek asırlardır coğrafyaya hükmetmiş bir Selçuklu ve Osmanlı gibi devletler artık tarih olmuştu ama bu ve benzer başka en küçük ihtimaller bile atlanmamalıydı ki bölge çıkarları zedelenmesindi.
Bin yıldır uğraşıyorlardı ve uğraşmalarına da değmişti doğrusu. Büyük Haçlı Seferleri’nden bu yana epey emek vermişler ve sonucunu da almışlar, dillerini, dinlerini, paralarını, kültürlerini kadim coğrafyanın üzerine boca ederek adeta her şeyi yozlaştırmışlardı. Bölgedeki en ufak istikrar, yapılan doğru okumalar, doğru tarihe ulaşma çabaları şiddetle bastırılmalıydı ki rahatları bozulmasındı.
Bu yüzden bölgede bolca aksiyon olmalı, hadiselerden insanlar düşünmeye, çalışmaya fırsat bulamadıkları gibi birbirleriyle konuşup değerlendirme yapmaya bile fırsatları olmamalıydı. Bize kesilen fatura, verilen ev ödevimiz buydu.
Bundan dolayı geçen hafta meclis kürsüsünde sayın vekil, “Bizim işimiz, zamana bağlı olanı ezeli olandan ayırmak” demişti.
Pekiyi neydi ezeli olan?
Tabii ki bu gerçeklerle bu bölge halkının bir an önce yüzleşmesi, silkinmesi ve kendine gelmesi.
Pekiyi mümkün müydü, izin verirler miydi böyle bir ihtimale?
Hedef güzel olunca yolunda ölmek bile bizim kadim kültürümüze mal olmuş bir davranış değil miydi?
Hem bin yılın öncesinde de Türk’ün olduğu yerde yılgınlık, çaresizlik olmuş muydu ki bundan sonra olsundu.
Alman düşünür Goethe’nin çokça kullandığım bir sözü vardır: “Allah lüzum gördüğü yere, lüzum gördüğü insanları gönderir.” Türk’ de bu çileli, zorlu coğrafyaya özel olarak gönderilmiş, davasının kuru bir cengaverliğin çok ötesinde alemlere nizam olduğunu asırlardır defalarca belirtmemiş miydi?
Evet; şu an için gücümüz belli ve biraz gerilemiş olabiliriz ama zamana bağlı olandan ezeli olanı ayırdığımız takdirde niye mümkün olmasındı. Yeter ki oyunlarına gelmeyelim. Yeter ki coğrafyanın gerçekliğinden kendimizi soyutlamayalım. Yeter ki tarihi hedeflerimizden, zamanın gerçekliğinden kopmayalım.
Kadim devlet anlayışımıza hissiyatımızı karıştırıp, tarihin üzerimize yüklediği sorumluluktan uzaklaşmayalım. Yine bu konuda sayın Cengiz Aydoğdu’nun şu uyarısını aman unutmayalım.
“Elbette bir memleket her buhranlı dönemeçte fikri ve ideolojik muhasebe yapmak zorunda kalır. Bu kaçınılmazdır. Eğer bunu yapamazsa hadiselerin, tarihin ve gerçeğin dışına düşer. Biz büyük bir dünya devletiyken, toprak kaybede kaybede, insan kaybede kaybede, küçüle küçüle elimizde Anadolu Beylerbeyinin bir kısmı, Rumeli’de de eski başkentimiz Edirne’ye kadar kaldı. Bizim için bu kadar insan kaybı, toprak kaybı çok önemli bir travmadır. Vatan ancak milletin bütünlüğü kadar bütündür. Cumhuriyet de demokrasi de arka planda bir tek şarta bağlıdır; milli birlik. Milli birlik yani birleşmiş, bütünleşmiş, kaynaşmış yek vücut olmuş olmak hem devletin hem de demokrasinin ön şartıdır. Bu itibarla milletin bütünlüğü, vatanın bütünlüğünün garantisidir “
Ağzınıza, dilinize sağlık sayın vekilim Cengiz Aydoğdu.
Erdal ÇİL