Bizim Emmioğlu Ege’de bir köye yerleşti.
Israrla bizi de teşvik etti.
Biz de birkaç sene sonra, emekliliğimizi geçirmek istediğimiz o sahil köyüne yerleştik.
Yumurta komşudan geliyor; sütü, yoğurdu başka komşu getiriyor.
Zeytinyağı bahçemizden çıkıyor.
Yörüklerle aramız iyi; herkes kendi hâlinde, hayat sade.
Köy kahvesinde anlatıyorlar… Nasılsınız diye çayı yudumlarken soruyorum.
Ne olsun, diyor ihtiyar komşum.
Şapkanın altında, terliğin üstünde yaşıyoruz; sen buna yaşamak dersen…
Ve devam ediyor:
Bir zamanlar zeytinin yanında pamuk ekerdik; üzüm bağları vardı, şarap yapardık…
Buğday, arpa… Her evde büyükbaş hayvan…
Yörüklerin o meşhur on–on beş keçisi; tabii balık da cabası.
Yüzlerce yıl köylü böyle yaşamış, böyle geçinmiş.
Şimdi?
Devletin yanlış tarım politikaları, yanlış turizm ve sosyal politikaları sonucu
neredeyse hiçbir şey kalmamış.
Biraz zeytinlikleri var;
onun da çoğunu devlet madencilere peşkeş çekmiş,
bir kısmını emlakçılar yutmuş,
bir kısmını da Yörükler, evlatlarını evlendirmek için satmış.
Sohbet ilerledikçe çevredeki ilçeleri, kendi köylerinin sosyo-ekonomik yapısını anlatıyorlar.
Turizm büyüdükçe önce evler gitmiş,
sonra tarlalar, zeytinlikler, mandalina bahçeleri…
Her şey peyderpey, sessizce el değiştirmiş.
Sonra iç çekiyorlar:
Onlarca, yüzlerce dönüm arazi sahibi insanlar,
bugün kendi bahçelerinde,
eğer yeni mal sahibi izin verirse,
“bekçilik” yapıyor.
Gözleri dola dola anlatıyorlar.
Çaresiz, yorgun, beli bükülmüş…
Ağzında dişi yok; yüzünde derin çizgiler…
Torunlarının geleceğini satmış olmanın ağırlığıyla,
mahcup bir suçlu gibi başlarını öne eğiyorlar.
Sattıkları evlerin, tarlaların parasıyla yaptıkları düğünler…
Aldıkları lüks arabalar…
Hepsi eriyip gitmiş;
kum gibi akıp kaybolmuş.
O yüzlere bakınca aklıma yine Emmioğlu geliyor.
Emmioğlu’na,
“İktidar yine millî kurumları satmış;
şeker fabrikaları, PETKİM, TEKEL, Türk Telekom, TÜPRAŞ…” derdim.
O ise kahkaha atardı:
“Biz babalar gibi satarız!
Limanları sattık ne olacak Arap alıp götürecek mi?
Şeker fabrikası yerinde duruyor işte!
Devletin kamburunu aldık sırtından!”
Bugün o köylüler gözümün önüne geliyor:
Sattılar, sattılar…
Bir düğün, bir daire, bir araba…
Bitti.
Ve şimdi,
kendi köyünde,
kendi tarlasında
bekçilik yapıyor.
Emmioğlu aslında haklıymış:
Her şey duruyor.
Sadece sahipleri değişti.
Önce toprak onlardaydı,
şimdi onlar kendi topraklarının kapısında nöbetçi.
Köylüler gibi Türkiye de sattı, sattı…
Üç yıl, beş yıl bir şatafat yaşadı.
Kaynağını kimse sormadı—
miras yiyen hayırsız evlat gibi
satıp satıp yediler.
Sonra o parıltı, o şatafat,
o “itibardan tasarruf olmaz” gösterisi bitti.
Söndü.
Dibe çöktü.
Şimdi acısı çıkıyor;
daha da çıkacak.
Çünkü bu topraklardan eksilen tek bir şey var:
Bu memleketin gerçek sahipleri.
Sanki yeryüzünden silindiler.
Sanki bir fotoğrafın arka planına gömülüp
yavaşça yok oldular.
Ve şimdi…
Ülkemiz de aynı fotoğrafın önünde duruyor:
Arkasında yağmalanmış bir ömür,
önünde başkasının kapısı.
Son an geliyor;
hani güneş batarken gölgeler büyür ya…
İşte o büyüyen gölgelerin içinde
tek bir karanlık gerçek kalıyor:
Bu topraklarda her şey tükendi…
Biz de dâhil.
Ve ne ironidir ki…
Bizi bitirenler hâlâ utanmadan çıkıp
“Her şey yolunda!”
diyebiliyor.
Oysa gerçek çok basit, çok çıplak:
Bu memleketi onlar değil, biz kaybettik…
Ama bedelini yine biz ödüyoruz.