Selim Gürbüzer

Tarih: 03.10.2025 13:29

BAHÁĺLER

Facebook Twitter Linked-in

         Nasıl ki Ahmedîlik akımı Hint kıtasında Sünni İslam ekol anlayışı ekseninde ‘mehdiye-kurtarıcı’ söylemiyle neşet bulmuşsa, birbirinin devamı isimlerle sentezlenmiş “Bâbîlik-Bahâîlik” akımı da Şirazlı Mirza Ali Muhammed Bab’ın öncülüğünde İran’da Şiîlik ekseninde kurulan tasavvufi meşrebte İmâmiyye Şîa’sının mehdiye-kurtarıcı söylemiyle neşet bulmuştur. 

        Şu da bir gerçek mehdiliğin en üst perdeden güçlü bir şekilde vurgulandığı mezhep Şiî’liktir.  Nitekim Şîa akımının başucu niteliğinde diyebileceğimiz Küleynî tarafından kaleme alınan gerek “el-Kâfi”  adlı kitapta 12 imam konusu olsun gerekse İmam Ca’fer-i Sâdık (r.a)’ın ismini kullanılaraktan ortaya atılan  'imamet' konusu olsun her iki durumda da bir bakıyorsun sanki imanın temel rüknüymüş gibi sunulmakta.  Ortaya konulan teze baktığımızda Yüce Allah (c.c) tarafından güya Kur’an’ın gizli manalarını Hz. Ali  (k.v) aracılığıyla  (Cafer ilmi) 12 imam ve Mehdiye bildirildiğini, sonraki imamlarında bu ilme vakıf olmaları hasebiyle İslam’ın delili olarak, yani “hüccet imamlar” olarak tanımlandıklarını görürüz. Derken ehlisünnet dışı bu sapkın inanış dünyanın hemen hemen tüm coğrafyalarına hızla yayılır da. 

        Evet, Şia inancında imamlara yanılmaz ruhbanlar gözüyle bakılması aynı zamanda hüccet sıfatıyla nitelendirilmelerini de beraberinde getirmiştir. Hatta yine bu kitapta   Mehdilik hususunda   “Mehdi (a.r) kaim olunca ortaya çıkacak..”  türünden   ifadelere de yer verilip,  güya  on ikinci  İmam Muhammed b. Hasan’ın    insanların gözü önünde  kendini gizli  (gaip) tuttuğu da ifade edilir. Böylece bu ifadeler dillendirile dilendire gaib mehdi beklentisi imametin esas rüknü haline gelir.  İşte bu noktada 18. Asırda Şirazlı Mirza Muhammed Bab,  Bâbîliğin kurucu öncüsü olarak da adını duyurmuş olur. İşte onun başlattığı Bâbîlik akımı aslında İmâmiyye Şîası ekolünün bir yansıması olarak 18. Yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Şeyh postuna oturma meşrebine dayalı “Bâbîlik ve Bahâîlik” akımı şeklinde birbirinin devamı isimlerle sistemleşen fırak-ı dalle harekâtından başkası değildir. Dahası 12. imamın sonuncusu olarak adından söz ettiğimiz ve kendisine kurtarıcı gözüyle bakılan İmam Muhammed b. Hasan’ın, ‘Gaybet-i Kübra’ denen büyük gizlilik dönemi için beklenen gaib imam olduğu ekolü üzerine kurulu bir akımdır dersek yeridir.  Öyle ki, onun bir gün mutlaka saklanıp gizlendiği yerden döneceği beklentisi içerisinde bulunan müntesiplerine umut ışığı olarak posta oturun Şeyh Ahmed el-Ahsaî, Şeyhiyye ekolünün kurucu sıfatıyla  “Bâbîlik-Bahâîlik” akımını dikkatleri üzerine çekecek derecede adından söz ettirir de.  

       Ne diyelim kendisi Şeyhiyye ekolünün kurucu öncüsü olmanın gurur okşayıcılığıyla bir anda kendini dev aynasında görüp Muhammed (s.a.v)’in nurunun kendinden önceki peygamberlerde cüzi miktarda tecelli edip, sonrasında bu nurun kendisine intikal ettiğini ve kendinden sonra da 12 İmamda tecelli ettiğini dillendirecektir. Hatta bu arada ileriye yönelik umutları yeşertmek adına da kendince söz konusu ettiği bu nur-i tecelli hakikatin bin yıl gizli kaldıktan sonra kendisinde ve kendisinden sonraki şeyhlik postuna oturacak olan müridi Seyyid Kazım Reştî’de tecelli edeceğinin umudunu bağlılarına aşılamayı da ihmal etmez.  İşte bu noktada Şeyh Ahmed el-Ahsaî’ye göre; imamlar Allah’ın zatı bilgisine açılan bâbları (kapıları)  olup onlardan sonra bu bilginin merkezinde kemalat sahibi kâmil bir Şiî olarak bizatihi kendisiyle birlikte müridi Kazım Reştî olduğunu demeye getirir. İşte bu ifadelerden de anlaşılan o ki, kemale ermiş kâmil Şii bir kimse, imamlarla insanlar arasında bir aracı fonksiyon görmenin yanı sıra aynı zamanda günah ve hatalardan da arınmış olmakta. Oysaki İslam’da imamın hüccet ve masum olduğu türünden bâb sıfatı diye bir şey yoktur, sadece bu noktada peygamberlerin ismet sıfatıyla masumiyeti söz konusu olup peygamberler aynı zamanda Allah tarafından vahyin elçisi olarak vazifelendirilmiş bâblarıdırlar (kapılarıdırlar). 

         Şeyh Ahmed-el-Ahsaî’nin ölümünden sonra şeyhlik postunu Seyyid Kazım Reştî devr alır. Onun ölümüyle de ardından halife bırakmadığı için bu yolun müntesiplerince gaip imamla alakalı beklenti daha da zirve yapar. Kaldı ki Kâzım Reşti hayatta iken kendisinin ölmeden beklenen mehdinin zuhur etmeyeceğini,  hatta kendinden sonra müritlerine beklenen imamı aramaya koyulmalarını öğütlemiştir.  Zaten müritleri de bu öğüt üzerine hareket etmişlerdir hep. 

        Evet, öyle anlaşılıyor ki, Bâbîlik akımı Şeyhiyye ekolünün temelleri üzerine gelişimini Şeyh Ahmed el-Ahsaî ve Kâzım Reşti üzerinden faaliyetlerini yürütüp her ikisi de bu yolda kendilerini mehdiye açılan harekâtın bâb’ları (kapıları) olarak görmüşlerdir.  Hakeza Mirza Ali Muhammed, Şeyhiyye ekolünün tarikat bağlılarından ve aynı zamanda Kazım Reştî’nin en has müritlerinden olması hasebiyle Bâbîlik akımının kurucu önderi olarak adını duyuracaktır. Öyle ki Mirza Ali, Muhammed, Şeyhi Kâzım Reşti’nin müritlerine öldükten sonra beklenen mehdiyi aramaya koyulmaları yönünde vasiyet ettiği öğüdünü kurduğu Bâbîlik harekâtının daha başlangıç aşamasında çok iyi kullanıp kendini Mehdi ilan ettiği gibi yine kendini peygamber konumunda görüp kendi yazdığı “El Beyan”  adlı kitabını da kutsal kitap ilan eder.  Öyle ya, Sen misin kutsal kitap ilan eden, Tebriz’de Şah Nasiruddin’in huzurunda karşılıklı yapılan hararetli münazara kendi sonunu getirecek malumun ilanı bir münazara olur.  Derken huzurda âlimlerle yapılan karşılıklı münazarada gerçek yüzünün ortaya çıkmasıyla birlikte maskesi düşüp böylece soluğu hapishanede alır. En nihayetinde ise kurşuna dizilerek öldürülür. Bu yüzden Mirza taraftarları onun öldürülmesinden baş müsebbip olarak Nasuriddin’i mesul tutarlar. Hatta 1852 yılında Şah’a karşı suikast girişiminde de bulunurlar ama bu girişim fiyaskoyla sonuçlanır.  

        Mirza taraftarları Şah’ı mesul tutup suikast teşebbüsüne kalkışa dursunlar,  söz konusu kaotik ortamda ‘Bâbîlik-Bahâîlik’ akımının pek çok bağlısı sürgün cezasına çarptırılacaklardır. Üstelik tutuklananlar arasında hareketin önemli isimlerinden Mirzanın talebesi Subhi Ezel Mirza Yahya ve Bahâîliğin kurucu konumunda kardeşi Mirza Hüseyin Ali‘de vardır. Tabii bu durumda İngilizler ve Rusların işe müdahil olup el atmalarıyla birlikte son anda öldürülmekten kurtulup Bağdat’a sürgün edilmiş olurlar. Hiç kuşkusuz Mirza Hüseyin Ali sürgün edildiği buralarda da bos durmayıp oradaki bir takım dini gruplarla temasa geçecektir. Ancak sürgün yıllarında Mirza Ali Muhammed’in vekilliği konusunda iki kardeş arasında anlaşmazlık nüksedince bu durumda Mirza Hüseyin Ali, ister istemez Bağdat’tan gizlice kaçıp Süleymaniye dağında 2 sene uzlet hayatı yaşayacaktır. Mirza Hüseyin 2 yıl uzlete çekiliş denen çile hayatının akabinde Bağdat’a döndüğünde büyük ilgi ve alaka görüp 1863 tarihi itibariyle de Bahâîliğin oluşum temellerini atar. Öyle ki bu ilgi alaka karşısında Bağ-ı Rıdvan denen meskûn bir mahalde Bâb Mirza Ali Muhammed’in  “Allah’ın zahir eyleyeceği zat” diye muştuladığı şahsın bizatihi kendisi olduğunu beyan ederek Bâbî taraftarlarının kendisine biat etmelerinin çağrısını yapar. Ancak Mirza Hüseyin’in Bağdat’ta ki bu türden iddialı çıkışları kendi müntesiplerince Allah’ın yüceliği, güzelliği, rahmeti manasına “Bahâullah” unvanıyla büyük övgüye mazhar zatı muhterem olarak karşılık bulur bulmasına ama halkın kahır ekseriyeti ve âlimler nezdinde bu durum şikâyet konusu olup kendisinin önce İstanbul’a akabinde Edirne’ye sürgün edilmesine yol açacaktır. Ne de olsa taraftarları ona Bahâullah gözüyle bakmakta,  dolayısıyla sürgün edilse ne,  edilmese ne.  Nitekim sürgün edildiği yerde de kınında durmayıp aralarında Osmanlı Devleti de dâhil pek çok ülkenin hükümet yöneticilerine davet mektuplar göndererek şimdiye kadar ‘Bâbîlik’ ismiyle faaliyetlerini yürüten bu sapkın akım bundan böyle kendi ismiyle müsemma ‘Bahâilik’ ismiyle faaliyetlerini sürdürecektir. Ama nereye kadar sürdürebilirdi ki,  yapılan davet mektuplar birçok ülkede, hele bilhassa Osmanlı yönetiminin tepkisine yol açıp Mirza Yahya ve mensupları Kıbrıs’a,  Mirza Hüseyin ve mensupları da Akka’ya sürgün edilirler.  Tarihler 1892 yılını gösterdiğinde ise Mirza Hüseyin bu dünyadan göç ederken kardeşi Mirza Yahya’da 1902 tarihi itibariyle bu dünyadan göç eylemiş olur.  

        Mirza Hüseyin, ardından halef bıraktığı Abdulbahâ lakabıyla bilinen Abbas Efendi bayrağı devralır.  Halefi de hiç kuşkusuz bayrağı devr alır almaz sırasıyla Mısır, Avrupa ve Amerika’da kendince irşad faaliyetlerini yürütüp bu kapsamda İsrail’in Hayfa kenti Bahâîliğin merkezi üs olarak belirlenir.  Hele ki I. Dünya savaşı sonrası oluşan siyasi konjonktür Bahâilerin lehlerine işleyince Bahâîlik akımı kabına sığmaz bir şekilde faaliyet alanını git gide genişletir bile.  Abbas Efendinin 1921’de bu dünyadan göç etmesiyle de bayrağı bu kez ilk torunu Şevki Efendi devr alır. İlginçtir Şevki Efendi’nin bayrağı devr aldığında bir bakıyorsun çiçeği burnunda 20 yaşında delikanlılık çağında Amerika Bahâîlerinden bir hanımla evlenmesi bu harekâtın daha da önünü açıp Amerika’da yayılmasını da beraberinde getirecektir.  Düşünsenize şu Amerika’da ne varsa dünden bugüne sıkışan her ne akım öncüsü varsa tıpkı Pensilvanya’ya demir atan FETÖ elebaşının baş tacı edildiği gibi Şevki Efendi’de baş tacı edilecektir.  Şevki Efendinin FETÖ elebaşından medeni durumu cihetiyle farkı evli olmasıdır, ortak noktaları ise her ikisinin de çocuğunun olmamasıdır. Dolayısıyla çocuğu olmaması onun kendinden sonra harekât akamete uğramamasına yönelik tedbiren hayatta iken baş himayeciler olarak nitelediği 27 kişilik nakib heyetine işi havale etmeyi de ihmal etmez.  Nitekim tarihler 1957 yılını gösterdiğinde bu dünyadan göç ettiğinde İsrail’in Hayfa kenti Kermil Dağı üzerine inşa edilmiş Yüce Adalet Evi  (Unıversal House of Justice) adıyla kurulan idari binalar Bahâi ruhani nakiplerin kontrolünde İslam’la olan bağlarını tamamen kopararak tüm dünyada faaliyetlerini sürdüreceklerdir.  Öyle ki Dünya Bahâîleri olarak İslam’la hiçbir şekilde bağlarının olmaksızın yeni bir din anlayışı çerçevesinde her yıl geleceğe yönelik alacakları kararlarla masum addettikleri Yüce Adalet Evine gönderecekleri 9 kişilik üst düzey idarecilerini kendi bulunduğu yerlerde ya da yaşadıkları ülkelerinde seçimle belirleyerek bu akımın varlığını sürdüreceklerdir.

        Hâsılı Bâbîlik ve Bahâîlik akımı Mirza Ali’nin elinde:

        -Kendisinin güya birinci aşamada beklenen imama açılan bâb (kapı) olduğu,

        -İkinci aşamada Mehdi olduğu,

       -Üçüncü aşamada ise Mehdinin peygamber olması gerektiği vurgusuyla ortaya koyduğu  “el-Beyan” eseriyle İslam dairesi dışına çıkaraktan kendisinin peygamber olduğu iddia edecek derecede sapkın mezhebi hüviyette bir akım olduğudur. Öyle ki peygamberlik iddiasıyla ortaya koyduğu eserini yeni dinin esasları olarak takdim edip insanoğlunun bir harfinin bile bir benzerini yazmaktan aciz kalacağı ileri sürecek derecede kitabını kutsal addedecektir. Her bir harfin kıymet değer olduğunu, hele bilhassa bu noktada 19 sayısı daha da bir kutsiyet rakam olarak önem kazanır. Ayrıca kutsiyet izafe ettiği kitabını ortaya koymakla da Kur’an ayetlerinin nesh edilmiş olduğunu demeye getirip güya İslam dininin bir hükmü kalmadığını vurgusuyla bundan böyle Yeni Dinin esaslarının bağlayıcı hüküm olduğunu beyan edecektir. Bu arada yeni dinin hükümlerini kendince belirlediği herhangi bir kaynağa dayanak teşkil etmek için ise ilave kaynakları eklemeyi de ihmal etmez.  Malum vakta ki bir zamanda Bahâullah Mirza Hüseyin Ali’nin yazdığı “el-ĺkan ve el-Akdes” isimli eserlerini vahyin tecellisi referans eserler olarak eklemler.  Hatta yetmedi yine vakta ki bir zamanda Mirza Hüseyin Ali’nin Arapça ve farsça vahyolunun 19 sureden ibaret Kelimat-ı Meknûne’sine ilave olarak Tarazat, Kelimat-ı Firdevsiyye vs. türünden risalelerini de eklemleyerek Bahailik akımına kendince Yeni Din hüviyeti bir kutsiyet kazandırmış olur. Nitekim en son tahlilde bu sapkın akımın gelinen noktada öğretilerine baktığımızda şu temel ilkeleri görürüz:

      -Dünyanın son bulması ve kıyamet kopmasının söz konusu olmadığını, 

      -Cennet ve cehennem sembolik olup cennet Allah’a yolculuğu,  cehennemde yokluğa gitmeyi simgeler,

     -Peygamberler hem beşeri hem de ruhani vasıftadırlar.  Dolayısıyla beşeri vasıflarıyla yeme, içme, uyuma vs. hallere haizdirler, ruhani özellikleriyle de bir anlamda ruhaniyet kesb ettiklerinden onlarla kelam etmek Allah ile kelam eylemek demektir.  Âdem’den itibaren bütün peygamberler, Allah’ın zuhuru olan Bahâullah’ın gelişine hazırlık ve onun geleceğini muştulamak için gönderilmişlerdir. Bahâullah’tan sonrada peygamber gelecektir, ancak bu onun zuhurundan 1000 yıl sonra gerçekleşecektir.   

    -Namaz ferden sabah, öğle ve akşam olmak üzere günde üç kez Allah’ı yâd etmektir, İbadet kıbleleri ise Bahâullah’ın kabrinin olduğu Akka şehridir.

    -Oruç, 19 ay olan a’lâ ayında 19 gün olarak perhiz şeklinde tutmaktır. 

     -Hac, sadece erkeklere mahsus bir vecibe olup, bu vecibeden maksat Bâb Mirza Ali’nin Şiraz’daki evinin veya Bahâullah’ın Bağdad’da kaldığı evin ziyaret edilmesidir.

     -Zekât malların beşte birinin verilmesi gereken vergidir.  

      -Cihad asla caiz değildir. (Bkz. Fığlalı, 1991, S.467

       Velhasıl-ı kelam; Dünyanın yedi kıtasında kurulan Meşriku’l-Envar ismiyle inşa edilmiş dokuz cepheli yapılar Bahâîlerin ana mabetleriyle, sosyal organizasyonlarının yanı sıra Amerika’da 2 yılda bir Bahâî World (Bahai Dünyası) adıyla yayınlanan yıllıklarıyla kendilerini sürekle gündemde tutmaktalar da. 

         Vesselam.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —