Selim Gürbüzer

Tarih: 08.11.2025 18:03

ALEVİLİK BAĞLAMINDA CEMEL VAKASI

Facebook Twitter Linked-in

         Evet, Hz. Ali (k.v) dördüncü halife, yani son halifedir. Aslında dört halife sonrası halifelik değil mülktür, yani saltanattır. Her neyse, Hz. Ali (k.v) dönemine baktığımızda halifelik dönemi çok çetin geçecektir. Dahası kendisini çok meşakkatli ve uzun mücadeleli yıllar bekliyordu. Düşünsenize daha işe başlar başlamaz içlerinde Talha (r.a)  ve Zübeyir (r.anh.)’ın da bulunduğu bir heyet Halifenin huzuruna geldiklerinde önce Yüce Allah'ın ahkâmını tatbik için biat ettiklerini hatırlatıp akabinde Hz. Osman (r.anh.)’ın kanını helal sayanların cezalarının verilmesini talep edeceklerdir. Keza Şam’da Hz. Muaviye (r.anh.)’da aynı taleb üzere hareket edecektir. Hz. Ali (k.v)  ise tüm bu taleplerin aksine mevcut kaotik ortamda hemen ceza yoluna gitmenin yangına körükle gitmek olacağını,  hele bir ortalık sakinleşsin gereği ne ise o yapılır fikrindedir. Aslında ortaya koyduğu fikrinde haksızda sayılmazdı.  Düşünün ki;  fitne almış başını gidiyor, bu durumda Hz. Aişe (r.anh.)  annemiz, Hz. Zübeyir (r.a) ve Hz. Talha (r.a)  ise ısrarla üstüne basa basa Hz. Ali (k.v)’den tüm isyancıların öldürülmesi yönünde bir tavır sergileyeceklerdir. Tabii ilim ve hikmet kapısı Hz. Ali (k.v)  her zaman ki gibi metanetini koruyup yine aynı kararlılıkla sular durulana kadar beklemenin ümmetin birliği ve dirliği için yararlı olacağını belirttir. Ve huzurda ki heyete en son şu hükmü hatırlataraktan şöyle dile getirir:

       - “Bir kişinin hatasıyla grubun bütününün sorumlu tutulamaz.” 

         Evet, bu hüküm sıradan bir hüküm değildi,   bilakis her çağın idrakini çağlar üstü aşan akıl dolusu bir hükümdür bu. Belki de bu hüküm en yüce makamdan dile getirilmeseydi günümüzün vazgeçilmez hukuk kuralı hale gelen ‘suçların şahsiliği’ prensibinden bihaber olacaktık.  İşte Hz. Zübeyir (r.a)  ve Hz. Talha (r.a) bu müthiş çağları aşan idrak anlayışı ile ortaya konan bu hukuki kuralı üzerine hüküm beyan etmenin abesle iştigal olacağının farkına varmış olsalar gerek ki,  o an da: 

           “-Eğer Ali birlik ve beraberlikten yana ise o zaman aramızda mesele yoktur “  demekten kendilerini alamayıp huzurdan öyle ayrılacaklardır. Onlar huzurdan ayrıla dursunlar,  bu arada Hz. Ali (k.v)’de birlik ve dirlik adına halifelik otoritesini hâkim kılmak için tez elden Şam ve Kufe şehirlerine mektuplar gönderip kendisinin Resulullah (s.a.v)’in halifesi olduğunu tasdik etmelerini bildirecektir. Zira devlet otoritesi en ufak ihmalkârlığa gelmeyeceği malum.  Ancak ne var ki Hz. Ali (k.v)’in onca üzerinde hassasiyet gösterip, onca titizlikle işleri hal yoluna koyma yönünde çaba sarf etmesine rağmen her defasında elçiler vasıtasıyla gönderilen mektuplar karşılık bulmayacaktır.  Sadece içlerinden bir tanesinden karşılık bulur ki, o da Muaviye’den gelen tek cümlelik mektuptur.  Ve bu gelen mektup ise hiçte iç açıcı değildi.  Çünkü mektubun daha ilk girişinde halifeliği hiçe sayan; “Muaviye b. Ebu Süfyan’dan Ali b. Ebi Talib’e” diye başlayan bir hitap vardı ki, Hz. Ali’nin moralini ziyadesiyle bozmaya yetmiştir.  

        İşte bu moral bozukluğu yetmemişçesine birde bunun üstüne üstük bir zamanlar İslam adına aynı emeller uğruna beraberce mücadele verdikleri iki dava arkadaşı çıka gelmez mi?  Güya umre izni için çıka geldiklerini dile getireceklerdir. Derken hoşbeş sohbetin ardından Talha (r.a) ve Zübeyir (r.a)  zihin dünyalarında geçen ‘Bir daha Medine’ye hiç dönmeme’ düşüncelerini dile getirmeksin vedalaşıp huzurdan öyle ayrılacaklardır. Hz. Ali (k.v) ise onların tam aksine içten pazarlık yapmaksızın tüm samimiyetiyle onları dostça uğurlayacaktır. Gerçektende dost sandığı arkadaşları Mekke’ye vardıklarında umrelerini yapar yapmaz Hz. Ayşe (r.anh.) annemizle buluşup Hz. Ali’ye isteksiz beyat sözü verdiklerini dile getirmekten imtina etmeyeceklerdir. Böylece kafalarına koydukları asıl niyetlerini izhar etmiş olurlar. Tabii bu tür görüşmeler sıradan görüşmeler değildi, her bir görüşme Hz. Aişe annemiz etrafında gitgide hatırı sayılır grup oluşturmaya yetip eylem kararı aşamasına gelindiğinde  “Herkim ki Osman’ın katillerinden intikamını almak istiyorsa Basra’ya doğru sefere gelsin” çağrısı yapılır da. Anlaşılan o ki, şu fani dünyada sahabe de olsa kalıcı dostluk ve kalıcı arkadaşlık olmayabiliyor. Nitekim yapılan çağrı üzerine Hz. Aişe annemiz  ve ordusu çoktan yola koyulur bile. Derken; Hayber yakınlarında Evtas denilen yerde konakladıklarında Said b. As (r.a);

         - Ey Müminlerin annesi nereye diye sorduğunda,

            Hz. Aişe annemiz cevaben:

         - Osman’ı şehit edenleri cezalandırmak için Basra’ya gidiyorum der.

           Said b. As (r.a)  ise:

          -Osman’ın katillerini uzaklarda aramana gerek yok, yanı başındakilere bakman kâfidir der.

           Aslında Said b. As  (r.a) sarf ettiği bu sözlerle Zübeyr (r.a)  ve Talha (r.a)’ ı kastedip, onların derdi Hz. Osman (r.a)’ın kanını dökenlerle değil bilakis hilafeti Hz. Ali (k.v)’e kaptırmanın derdine düştüklerini ima etmiş oluyordu.  Fakat Hz. Aişe annemiz imada olsa o an hiç bir şeyi duymak niyetinde değildi, o daha çok güttüğü davaya odaklanıp yoluna devam ederde. Neyse ki Aişe annemiz Have’b denilen yere geldiğinde köpek ulumalarına duyarsız kalmaz, o an köpek havlamaları karşısında duraklayıp bir zamanlar Resulullah (s.a.v)’in hanımlarına; “Bana öyle geliyor ki sizden birine Have’b köpekleri uluyacak” diye dile getirdiği sözler aklına düşüverir. Derken gönlünden geri dön duygusu ağır basar da. Amma velâkin o an Abdullah b. Zübeyr (r.a)’in ortaya attığı imdat çığlıkları bu duyguları bertaraf etmeye ziyadesiyle yetecektir. Öyle ki ağzından çıkan “Ali b. Ebi Talib geldi!  Çabucak Basra’ya yetişin,  neydik edip kendinizi kurtarmaya bakın” şeklinde attığı avaz avaz çığlıklar yerini bulup Basra’ya yakın Hufeyr denilen yerde soluğu alırlar. Yine de Hz. Ali (k.v), Allah’tan ümit kesilmez düşüncesiyle son kez bir girişimde daha bulunup, bu hususta Ka’ka b. Amr vasıtasıyla muharebe öncesi bir dizi müzakereleri ihmal etmeyecektir.  Her ne kadar bu son hamleler barış umutlarını bir nebze olsun yeşertse de fitne kazanı bu ya, yine kaynaması bir türlü dinmeyip bu kez ilginç bir gelişme yaşanacaktır. Şöyle ki; İbn-i Sebe şeytanca kurguladığı planın devreye girmesiyle birlikte her iki ordunun da çadırlarına yerleştirdiği adamlar kanalıyla ansızın baskınlar tertipleyerekten uykularından ayılanlar bir anda neye uğradıklarının şaşkınlığıyla sağa sola saldıracaklardır. Böylece uyku sersemliğinin vermiş olduğu panikle karşı tarafın hışmına uğradık zannıyla kılıçlarını kınından çıkardıklarında Cemel hadisesi vuku bulmuş olur. 

        İşte tarihlerin kaydettiği yaklaşık on bin insanın ölümüne yol açan,  bir o kadar da yaralanmasına sebep olan muharebe budur. Cemel vakasından zaferle çıkılmıştı çıkılmasına ama sıra ganimetlere gelmişti ki Hz. Ali (k.v)  kendine yakışan müdahalesini yapıp arkadaşlarına:

        -“Müminlerin annesi Aişe ganimetlerden kime isabet edecek?” sorusunu yöneltir. Böylece bu anlam yüklü sual karşısında ganimet istekleri kendiliğinden düşmüş olur. Ganimet isteklerinin suya düşmesi de son derece gayet tabii bir durum. Sonuçta muhaberenin kazananı da, kaybedeni de Müslüman’dı. Dolayısıyla Emirü'l Müminin bu yerinde çıkışıyla söz konusu ganimetse, bu sadece gayrimüslimlerden alınır hükmünü hatırlatmışta oldu.          

         Hâsılı kelam; Cemel vakası, hem galibi hem de mağlubunun pişman olduğu bir vakaydı. Çünkü Hz. Osman döneminde isyan boyutunda devam eden mücadelenin Hz. Ali  (k.v) dönemiyle iç savaşa dönüşmesi yürekleri yakmıştır hep. Üstelik bu savaşta iki güzide sahabe Hz. Zübeyir (r.a)  ve Hz. Talha (r.a)’da şehit düşmüşlerdir. İşte bu gerçekler ışığında Bediüzzaman Said-i Nursi Hz.leri: “Cemel Vakası denilen hadise Hz. Ali (k.v)  ile Hz. Talha (r.a),  Hz. Zübeyir (r.a)  ve Hz. Aişe-i Sıddıka arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir...” (Mektubat, 15. Mektup Sh.53 1986 İst.diye beyan ettiği tespitiyle Cemel vakasının gerçek ruhunu ortaya koymuş olur. Hatta Üstad satır aralarında İslâm ulemasının şu müthiş akıl dolusu sözlerine de yer verip: “Sahabelerin muharebesinde kıyl-û kâl etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler” (a.g.e. sh.53) diye notta düşer. Zaten hiç bir Ehl-i Sünnet uleması kalkıp da Hz. Ali (k.v.) hata yapmıştır dememiş, demez de. Çünkü Resulullah (s.a.v)'in: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz”   diye beyan buyurduğu ölçü vardır ortada.

 

                                                                                                                   Devam edecek                     

       


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —