Mevlüt Uyanık


YÖNTEM ARAYIŞIM

GÜRÜLTÜLÜ MEKÂNDA SESSİZCE VE TOZ KALDIRMADAN DOLAŞIRKEN YÖNTEM ARAYIŞIM...


Filozof Arda Teo-Grunber Hoca’ma Saygıyla-

Filozof Arda Teo-Grunber Hoca’m 14 Nisan 2025’de gölgeler âlemindeki yürüyüşünü tamamladı. Rahmet olsun. Felsefe ülküm/idealim üzerindeki sessiz sedasız etkisi 1987’den beri hiç azalmadı. Her yıl “Aklı Karışıklar için Kılavuz” alt başlığında Aygün Akyol kardeşimle çevirdiğimiz Gazzâlî’nin el-Munkız min’ed-Dalal (Ankara: Elis Yayınevi, 2020) adlı klasik eserini okutmaya başlamadan önce hocamdan mutlaka bahsederim. Gazzâlî’nin “Şaşkınlıktan Kurtulup İzzet ve Celal Sahibine Ulaşma” sürecine dair yöntem arayışı olarak yazdığı kitabını, siz otobiyografik bir eser olarak da okuyabilirsiniz. Aynı zamanda bu eser Gazzâlî dönemindeki dini/felsefi akımlara dair bir gruplar sosyolojisi kapsamında da değerlendirilebilir. Bu tür eserleri klasik yapan da her dem yeniden okunabilirliği ve yeni fikirlere ilham kaynağı olabilmesidir sanırım.

Grunber Hoca’m ilham kaynaklarımdan. 1985-1986 döneminde ODTÜ Felsefe Bölümü Yüksek Lisans sınavını bir grup İlahiyat Fakültesi çıkışlı arkadaşlarımızla kazandık. Bir yıl sonra derslere başladık, Teo Hoca’m, o sevimli, nazik ve nazenin yapısıyla Descartes’in Metot Üzerine Konuşma adlı eserini okutmuştu.

Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen Hoca’mın vefatını duyunca içim bir tuhaf oldu, çünkü bilge insan, sessiz sedasız gölgeler âleminde yürüyüşü sırasında Gürol Irzık ile yazdığı  “Carnap and Kuhn: Arch Enemies or Close Allies?” adlı makalesini T. Kuhn okuyunca: “muhtemelen hiçbir zaman Bilimsel Devrimlerin Yapısı‘nı yazmayacağını” dediği söylenir. Böyleyken bizlerin Quine çapındaki bu Mantıkçı-Filozof’u yeterince anladığımızı söylemem zor.( (https://phil.metu.edu.tr/tr/system/files/ainam/teo_grunbergle_soylesi.pdf

https://web.archive.org/web/20220406115436/ https://phil.metu.edu.tr/tr/system/files/ainam/teo_grunbergle_soylesi.pdfhttps://sarkac.org/2025/04/teo-grunbergin-anisina/)

 

Bu vesileyle Bilim Tarihi, Bilim Felsefesi, Modern ve Klasik Mantık dersleriyle Ankara İlahiyat Fakültesi’nin lisans-yüksek lisans ve doktora birikimiyle harmanlayarak saygıyla anıyorum kıymetli hocalarımı.

 

Gürültülü Mekânda Sessizce ve Toz Kaldırmadan Dolaşmak

Onlardan aldığım ilhamla belirlemeye çalıştığım yöntem arayışıma dair bir denemeyi -Ödünç zamanlarda Yöntem Sorgulaması- “Tanrı Dağlarından Âlemi Seyretmek” başlığıyla  Atayurtta kaleme almıştım. (https://www.haberlotus.com/kirgizistan-notlari-7-tanri-daglarindan-alemi-seyretmek/(03 Mart 2013

Üzerimde emeği olan hocalarımın hayattayken kıymetlerini bilmeye çalışıp, Onlarla alakalı İngiltere’deki “Yaşayan Filozoflar” projesi gibi tezler yaptırmaya çalışıyorum. Mahmut Kaya ve Alparslan Açıkgenç Hoca’mla ilgili çalışmaları ehli bilir zaten. Açıkgenç Hoca’mdan klasik mantık, Ahmet İnam Hoca’mdan modern mantık dersleri aldım. O zaman ODTÜ Sosyoloji’de lisans öğrencisi olan Yasin Aktay ile birlikte Bahattin Akşit Hoca’mın sosyoloji derslerine katıldığımı hatırlıyorum. Peki niye özgeçmişinde yok diye soracak olursanız, Set Theory II dersini veremedim, Sungurlu Lisesi Matematik bölümü mezunu olmam ancak bu dersin ilkini vermeye yetmişti.

Aynı dönemde benim gibi 5 yıllık İlahiyat mezunu arkadaşlar doktoraya başlatılırken bana master yapacaksın denilmişti. (İlginç olan ODTÜ’de İngilizce seminerler hazırladığım dönemin akabinde doktora İngilizce sınavında kalmış bir yıl beklemiştim, jüride olan rahmetli Esat Kılıçer Hoca’mla kağıda bakmıştık, Onu kıramamış, itiraz dilekçesi vermemiştim, bir yıl beklediğimi, o yıl İngilizce sınavını verenlerin, daha sonra yurt dışına gidip İngilizce kursu aldıklarını da anlatırım başka bir zaman.)

AÜSBE Kelam ve İslam felsefesi bölümü araştırma görevlisi olarak çalışırken aynı zamanda ilahiyat fakültesinde de dersler alıyordum. Bir keresinde rahmetli Hüseyin Atay Hoca’m, Aristo mantığıyla ilgili yorumlarına katılmadığımı belirtince az biraz sinirlenip kimden ne kadar mantık dersi aldığını biliyorum tarzında biraz ağır konuşmuştu. Sanırım Necati Öner Hoca’mı kastediyordu, ben de tam o sıralar onun ve Teo Grunber Hoca’mın mantık üzerine ortaklaşa seminerini dinlemiştim. Bulanık Mantık okumalarımın yanı sıra İbn-i Teymiyye’nin Aristo mantığına yönelik eleştirilerini okuyordum, nitekim master tezimin bir kısmını bu konuya tahsis ettim sonrasında. Hocalar arasındaki rekabet veya çatışmaya niye taraf olayım, bir arı gibi her birinin bilgisinin özünden alıp, saygıda kusur etmemek önemliydi. Ama Atay Hoca biraz kızdı tabii, ama Onun kızgınlığı sabun köpüğü gibi hemen geçer zaten, biliyorum. Ben de ODTÜ’de aldığım klasik ve modern mantık derslerini söyledim,  o zaman iki yerde birden master yaptığımı anladı, gönlümü almak için çay ikram etti.

HİTU Felsefe Okumalarımız ve Yöntem Meselesi

Yöntem meselesine döneyim tekrar, Çorum İlahiyat Fakültesi’nde kronolojik felsefe tarihi okumalarımızda sistematik Türkistan-Türkiye kültürel sürekliliği ve felsefi değerlendirmelerini yapmaya çalışıyoruz.

“Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” derken “Orta Asya’dan Türk olarak gelip Türk kalmamız ve bu göçle de, bir Akdeniz medeniyeti vücuda getirmiş olma sürecimizi (Samiha Ayverdi, Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız, (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1976), 14) anlamak ve anlatmayı kastediyorum. F.Braudel‘inin “Akdeniz kavramsallaştırmasına” dikkat ederek, bir (düşünce) tarihçisinin görevinin sosyal ve tarihi değişim sürecinin bütünlüğünü yakalayabilme çabası içinde olduğunu düşünüyorum. Tematik okumalarımızda takip ettiğimiz yönteme gelince, İslâm Felsefesi’nin kronolojik/tarihsel okumalarını yaparken filozoflarımızla birlikte felsefe yapmaya, Onları yüzyıllardır fikirleriyle yaşayan (çağdaş) figürler olarak görüyoruz. O Filozofların Tanrı-Evren-İnsan’a dair temel kaygılarını anlamayı önceliyoruz.

Geçmiş birikimimizden bugüne taşınanları çaprazlama okumalar yaparak yeniden ele alıp, onlarla ne yapabileceğimize bakmak için onları yeniden tanımlamaya çalışıyoruz. Burada dikkat etmeye çalıştığımız husus şudur: “Bu, [olguları] kavramamızı sağlayan olayların iyi bir özetini yapan bir tarihçinin, kendisine o olayı seçtirten esasları ille de kavramış olduğu anlamına gelmez. Marc Bloch tarihçilik mesleğinden, “kendileri açık bir yöntem olarak teşekkül ettirilmemiş yöntemsel seçimlerin hayata geçirilebildiği bir habitus” yani “karakteristik eylem eğilimleri seti” şeklinde bahsetmişti. Tarihe başvurmak bu açıdan oldukça faydalıdır.” [Pierre Bourdieu,  Devlet Üzerine, College de France Dersleri (1989-1992), çev.: Aslı Sümer, (İstanbul: iletişim Yayınları, 2015), 35

Zihniyet Analizlerini Çaprazlama Okumak

Bu bağlamda Çağdaş İslam düşünürlerinden Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslam, FazlurRahman’ın İslam ve ÇağdaşlıkSeyyid Hüseyin Nasr’ın Modern Dünya’da Geleneksel İslam ve Genç Müslümana Modern Dünya RehberiRoger Garaudy’in İslam’ın Vadettikleri ve Geleceğimizde İslam Varİsmail Raci El-Fârûkî’nin Çağdaş İslam Düşüncesi ve Bilginin İslamileştirilmesiM. Aziz Lahbabi’nin Millî Kültürler ve MedeniyetAbdulkerim Süruç’un Maksimum ve Minumum Din. Ali Şeriati’nin Dine Karşı Din adlı eserlerinin tahlilini yapıyoruz. Böylece öğrencilerimizi İslam dünyasında yaşanan sorunlara bilgi felsefesi bağlamında zihniyet analizleri yapan ve farklı düşünen bilim insanlarıyla tanıştırıyoruz. Ardından Türkiye’den Nurettin Topçu’nun İsyan AhlâkıYarınki Türkiyeİradenin Davası, İslam ve İnsan ile Erol Güngör’ün İslam’ın Bugünkü Meseleleriİslam Tasavvufunun Meseleleri ve Türk Kültürü ve Milliyetçilik adlı eserlerini öncelikli olarak okutuyoruz. Bunlardan hareketle belirlenen bir sorunu merkeze alarak bir tez konusu belirleyip, derinlemesine okumalar yaptırıyoruz.

Bunu yaparken İslam dünyasının seçkin zihinlerinin kendi içinde yaşadıkları toplumsal sorunlara İslami ilkelerden hareketle çözüm önerileri ürettiğine dikkat çekiyor, önerilerini aynen Türkiye’ye taşımanın olası problemlerine işaret ediyor ve tutarlığından şüphe ettiğimiz tespitlerini de eleştiriyoruz.

Burada takip ettiğimiz yöntem merhum hocamız Erol Güngör’den hareketle oluşturulmuştur. İslam’ın Bugünkü Meseleleri ve İslam Tasavvufunun Meseleleri kitaplarını öncelikli olarak okuttuğumuz Erol Güngör’ün Robert B. Downs’dan çevirdiği Dünyayı Değiştiren Kitaplar’a yazdığı “Önsöz” (İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1994, 26) okumalarımızdaki ölçütü vermektedir:

“Kitaplar çoğunlukla fazla heyecan yüklü, milyonlarca insana hitap eden mesajlar taşıyorlardı. Yaptıkları etki bazen iyi, bazen kötü oldu. Açıkça belli ki, kitaplar hem iyi hem kötü yolda birer kuvvet olabiliyor. Ne olursa olsun, bizim buradaki gayemiz onların ahlakî değerlerini ölçmek yerine, kitapların dinamik ve güçlü aletler, vasıtalar veya silahlar olduğunu göstermektedir.”

Biz de tıpkı buradaki yöntemi takip ederek, basitçe eserlerin içeriklerine değinip, içerikleri hakkında bilgi vermenin ötesine geçip, metnin hem yazarı hakkında hem yazarın diğer eserleri hakkında hem de eserlerin ortaya çıktığı tarihsel bağlam hakkında analizler yapmayı deniyoruz. Bu süreçte özellikle İslam dünyasının içinde yaşadığı sorunlara çözüm üretmede, Batı hâkimiyetinin epistemik temellerini bilen ve İslami bir Diriliş/Rönesans imkânını gündeme getirerek bir bilinçlilik hali oluşturan âlimlerin metinlerini önceliyoruz.

Platon-Aristo, Fârâbî Okumalarımıza Popper Çaprazlama Sorgulaması

Bu dönem, yüksek lisans dersinde bu filozofların metinlerini okuduk. Burada amaç köklü nitelikte farklı bir okuma yapmak ve yorumlamaktır. Platon’u bu şekilde okuyan Popper’in tespitleriyle söyleyecek olursak, her kuşağın kendine özgü dertleri, sorunları ve ona göre de kendi ilgileri, bakış açıları vardır. Dolayısıyla her kuşağın tarihe eski neslin bakış açısını tamamlayan bir şekilde bakıp onu yeniden yorumlama hakkı vardır. Çünkü tarihi kendi sorunlarımızla ilgili bir şeyler öğrenebilmek için inceleriz. Bunu böyle yapmamız gerekiyor, çünkü geçmiş olayları ve tarihsel şahsiyetleri olduğu gibi bize aktaran bir tarih mümkün değildir. Dolayısıyla Gadamer’in dediği üzere, her dönemin kendi yorumunu içinde yaşadığı söylemle birlikte yapması ve tarihsel olay ile bir “ufuk kaynaşması” araması doğaldır. Hatta Popper bunu yapmanın bir yükümlülük olduğunu söyler. “Çünkü gerçekten karşılanması gereken acil bir ihtiyaç vardır. Dertlerimizin geçmişle nasıl bir bağı olduğunu öğrenmek ve ana görevimiz olarak saydığımız sorunları çözmek için hangi yoldan yürümemiz gerektiğini görmek istiyoruz.” (Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları çev. H. Rızatepe (İstanbul: Remzi Kitapevi, 1994), 226-232.

Bunu yapmazsak “Hangi sorunlarımızı en acil sayacağız, bunlar nasıl ortaya çıktı ve hangi yoldan giderek onları çözebiliriz?” gibi akılcı bir soru yerine “Nereye gidiyoruz?”, “Tarih bize ne gibi bir görev verdi?” gibi akıl dışı sorular öncelenir ve tarihsici yorumlar zihin dünyamızda baskın olur.

Hangi Sorunlarımızı En Acil Sayabilir ve Bunları Nasıl Çözebiliriz?

Bu noktada dindeki tarihsici unsurların bir nevi puta tapıcılığa ve yanıltıcı unsurlara dönüşmemesine dikkat edilmelidir. Çünkü din, ne bir piyango biletine ne de bir sigorta poliçesine dönüştürülmemeli; açık bir toplumda yaşamak gibi düşlerin ve isteğe erişmelerin yerine geçmemelidir. Bu anlamda Popper: “tarihsiliğin akılcılık açısından savunulamadığı gibi vicdanın önemini öğreten herhangi bir din ile uyuşamayacağını özellikle vurgular. Çünkü böyle bir dinin akılcı tarih yorumunun davranışlarımızdan sonuna dek sorumlu olduğumuzu ve bunların tarihin akışı üzerinde etkili olduklarını ısrarla belirten tutumuyla uyuşması gerekir. Evet, umuda ihtiyacımız var, çünkü umut olmadan bir davranışta bulunmak, yaşamak gücümüzü aşar. (Mevlüt Uyanık, Çağdaş İslam Düşünürleri, https://www.dibace.net/kitaplik/cagdas-islam-dusunurleri/ (06.Şubat 2022)

Bir polemikçi olmadığım için, yalnızca kendi yoluna dikkat eden biri olarak tarih bilimi veya sanatı veyahut bir edebi tür olarak tarih biçiminde ifade edilebilecek nitelikteki, geçmişi araştırma işinin her şeyden önce bir inşa faaliyeti olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda tarihin bir geçmiş mimarisi; buna bağlı olarak birçok tarz, üslûp, zevk söz konusu olduğuna dikkat ediyorum. Metinlerin ne dediklerini anlayıp yorumlamaya çalışırken geçmişi inşadan bahsediyorum, yeniden inşa etmekten değil. Çünkü bu ifade asıl olana sadakat gibi bir anlamı içerebilir; oysa geçmişi inşa edenlerin çoğunun böyle bir kaygılan ancak görünüşte olmuştur. Zaten böyle kaygı duyanlar, geçmişe ancak seçmeci olarak yaklaşabileceğinden ötürü, mutlaka yeni inşalar yapmak zorunda kalmışlardır. Bu geçmişin hangi hususlarının öne çıkartılacağı, tarihçinin meşrebini, “doktrini”ni meydana getirmektedir. (Fernand, Braudel,  Tarih Üzerine Yazılar, çev: M.A.Kılıçbay, Ankara: 1992, Ön Söz, 7)

Geçmişi İnşa Mı, Yeniden İnşa Mı?

Tam bu noktada yüksek lisans dersinde Harun Aksungur Hoca’m, sizin okumalarınız “geleneğin (yeniden) icadı” gibi duruyor, madem çaprazlama okumalar yapıyorsunuz Hosbawn’a da bakalım deyince yöntem arayışımı testetme gereği duydum. Evet, oldukça ciddi bir eleştiri/katkı, “geçmişi inşa”, “geçmişi yeniden inşa” ve görenek (örf-adet/custom) ve gelenek (tradition) arasındaki farka dikkat ederek, “gelenek” ile “geleneğin icadı”ndan ne kast edilir, aralarındaki nüans nedir, sorusu üzerinde düşünmek gerek. Çünkü geleneği geniş bir anlamda ama belirsiz olmayan bir anlamda kullanılması söz konusudur. İlkini Kırgızistan Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde (2013) yaptığım (hocalarıma vefa duygularımı da kaydederek) yöntem arayışımın ikincisini paylaşayım sizlerle.

E. J. Hobsbawm – T. O. Ranger, (edit) Geleneğin icadı, çev. Mehmet Murat Şahin, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006) adlı eserinde gelenek geçmişte üretilip bugüne aktarılan bir miras olmaktan ziyade bugün (yeniden) üretilip geçmişe atfedilen değer ve normlar bütünü der. Bu ifade, geleneğin geçmişte hiçbir zemini bulunmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Ne var ki, buradaki esas eleştiri geleneğin geçmişin derinliklerinden geldiği ve bir zincirleme aktarım sonucu hiçbir önemli değişikliğe uğramadan (özünü muhafaza ederek) günümüze ulaştığı biçimindeki iddiaya yöneliktir. Kısacası gelenek geçmişe değil büyük ölçüde bugüne aittir. Dolayısıyla geleneğin keşfi değil icadı söz konusudur. Çünkü gelenek icadından bahsedildiğinde öncelikle belirli değer ve normlara gönderme yapılmaktadır. Bu değer ve norm özellikle sanayi devrimi sonrası topluma odaklanan yazar, bu dönemde icat edilmiş ve birbiriyle iç içe örtüşen üç tip gelenekten söz etmektedir:

a. Toplumsal birlik/beraberliği ya da gerçek veya yapay cemaatlere grup aidiyetini oluşturan veya sembolize eden gelenekler.
b. Kurumları, statü ya da otorite ilişkilerini oluşturan veya meşrulaştıran gelenekler.
c. Ana amacı toplumsallaşma, inançların, değer yargılarının ve davranış teamüllerinin aşılanıp aktarılması olan gelenekler.

Düşünür, b ve c tipindeki geleneklerin bilerek tasarlandığını; a tipindeki geleneklerin daha yaygın olduğunu vurgular. Eski gelenekler ile icat edilen gelenekler arasındaki farkı şöyle belirtir: Eski olanlar özgül ve toplumsal geleneklerle sıkı sıkıya birbirine bağlı iken; icat edilmiş gelenekler son derece muğlak ve geneldir. Hobsbawm, icat edilmiş geleneklerin mümkün olduğunca grup birlikteliğinin oluşması ve meşrulaştırılması için tarihe başvurduklarını belirterek, Hindistan hükümetinin resmi yorumunu örnek olarak verir: Ulusal bayrak, ulusal marş ve ulusal arma, bağımsız bir ülkenin kendi kimliği ve egemenliğini rotaya koyan üç semboldür ve bu sayede derhal saygı ve sadakat uyandırırlar. Kendi başlarına, bir ulusun bütün arka planını, düşüncesini ve kültürünü yansıtırlar. Böylece geçmişle bir bağ kurularak kendisini geçmişe dayandırır.

Bu bağlamda Britanya Monarşisi ve ‘Geleneğin İcadı’ makalesinde İngiliz kraliyet seremonileri üzerinde durularak Kraliçe Elizabeth’in Papa’dan sonra en popüler ritüellere sahip olmasına odaklanılır. Bunların on yedinci yüzyıl sonrasındaki dönem itibariyle, neredeyse tamamen ihmal edildiğini, son dönemlerde icat edildiğini belirtir.

Eserde Afrika’da sömürge yönetimlerindeki hükümranlığı sürdürebilmek için çeşitli örnekler üzerinden geleneklerin nasıl icat edildiği incelenir. 1870, 1880 ve 1890’lar da Avrupa’da icat edilmiş geleneklerin -kilise, eğitim, ordu, cumhuriyet ve monarşiyle ilintili geleneklerin- Afrika’ya yayılmasında Avrupa ve Asya imparatorluklarındaki şekillerinden farklı, kendine özgü özellikler taşıdığını söyler. Özellikle Afrika’nın sömürge güçlerine hizmeti meşru kılmak için icat edilen gelenekleri “modern” olmak şeklinde sunulur.

İskoçya’nın highland kültürünü bu bağlamda inceler. İskoç kültlerinin ve klan bayraklarının aslında 18. yüzyılda popüler hale getirildiği anlatılır; bu kültürel semboller, İskoç kimliğini yeniden tanımlamak ve politik amaçlara hizmet etmek için yaratılmıştır. Geleneklerin sosyal etkilerini de icat edilen gelenekler üzerinden incelenebileceğini belirtilir. Ulus devletlerin varlığını güçlendirmeye, insanların kendilerini bu yapı içinde bir topluluk olarak hissetmelerine ve devletin otoritesini pekiştirmesine nasıl katkıda bulunduğu açıklanır. Bu gelenekler, bireylerin devlete olan bağlılıklarını ve aidiyet duygularını artırdığı vurgulanır. Bu açıdan gelenek, modern dönemde, ulus devlet ve ona aidiyeti temin edecek  “sosyal inşa” olarak görülür.  

Gelenek ve Modern Arasındaki Fark da İcat Edilmiş Olamaz mı?

Bu noktada “gelenek” ile “modern” nedir ve aralarındaki fark da “icat” olarak görülmez mi sorusu öne çıkar. Yani kadim/sahih (özlü/hakikilik vasfı yüklenen) gelenek ile icat edilmiş gelenek ayrıştırmasının imkânı var mı? Buna karşılık, “Böyle farklılıklar, hakiki ve sahte olan arasında, neticede tek bir şeye dönerek birbirini ortadan kaldırır” da denilebilir. Bütün gelenekler doğal olarak verili (“hakiki”) olmaktansa insanlar tarafından yaratılmış (“sahte”) oldukları için (bütün sembolik olgular gibi) bu farklılaştırma savunulamayacak bir ayrımdır, da denilebilir.

Eserde geçmişle bağ kuran bu değer ve normlar yerleşiklik kazanabilmek için bir dizi toplumsal uygulamalar/pratik ya da ritüel ile kendisini ortaya koyması üzerinde durulur. Yani gelenek icadı sürekli tekrar eden ritüel ve pratikler olmaksızın düşünülemez. Bu açıdan bir formülleştirme ve rutinleştirme süreci olarak görülebilir. “Pratikler/Uygulamalar Kümesi”nden kasıt, toplumca kabul edilen kurallarla belirlenmiş”, “tekrar yoluyla belli davranış kalıpları ve değerler oluşturulmasıdır.

Böylece Hobsbawm’ın dediği üzere gelenek icadı, yineleme görüntüsü altında yeniliğin bir biçimde gizlenmesini ima edeceği riskini giderdiğimizi düşünüyoruz. Çünkü Hobsbawm göre, “gelenek geçmişte üretilip bugüne aktarılan bir miras olmaktan ziyade bugün (yeniden) üretilip geçmişe atfedilen değer ve normlar bütünüdür. Bu ifade, geleneğin geçmişte hiçbir zemini bulunmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Ne var ki, buradaki esas eleştiri geleneğin geçmişin derinliklerinden geldiği ve bir zincirleme aktarım sonucu hiçbir önemli değişikliğe uğramadan (özünü muhafaza ederek) günümüze ulaştığı biçimindeki iddiaya yöneliktir. Kısacası gelenek geçmişe değil büyük ölçüde bugüne aittir. Dolayısıyla geleneğin keşfi değil icadı söz konusudur.”

Bununla birlikte geleneğin aslında bir tarihsel devamlılık ifadesi ya da en azından böyle bir iddia taşıdığının da farkındayız. Çünkü “süreklilik iddiası gelenek için sine qua non’ yani olmazsa olmazıdır. Bu yüzden bazen tarihsel devamlılığın kendisi bile icat edilebilir. Etkileyici bir tarihsel süreklilik adına, kadim bir geçmiş yaratılabilir. Hobsbawm’a göre bu yaratım “bazen yarı kurgu bir haldeyken, bazen bütünüyle kurmaca olabilir.” Bu açıdan milletleri ve milliyetçiliği “bir toplumsal mühendislik”tir de denilir.

Şanlı Tarih Sendromu mu?

Bizim “şanlı tarih sendromu” dediğimiz ve kaçınmaya çalıştığımız budur. Ne whiggci bir şekilde verili yapıyı mutlak kabul edip, geçmişi/geleneği bu bağlamda okuyup, geçmişle bağları koparmak üzerine kurulu modernleşmeci zihniyetle yeni bir tarihsellik kurmaya çalışıyoruz, ne de geçmişi mutlaklaştırıp (tarihsci/neo/selefi bir şekilde) günümüze taşıyoruz. Çünkü “tanımları gereği geçmişle bağlarını kopardığını iddia eden devrimler ve ilerici hareketler kendilerine özgü bir geçmişe sahiptirler.” Dolayısıyla biz, Gadamer’in deyimiyle “ufukların kaynaştığı” noktayı bulmaya çalışıp, Erol Güngör’ün Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğindeki “sırrı” keşfetmeye çalışıyoruz. Bu geleneğin icadı değil bana göre. (Mevlüt Uyanık, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, (Ankara: Fecr Yayınevi, 3. Basım, 2011), 12-17, 157-164, a.mlf, ” Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti Kültürel Sürekliğinin Simge İsmi: Erol Güngör”, Gelenekten Geleceğe Bir Aydın Erol Güngör II, edit:M. H. Aydın vd, (Ankara: Kadim Yayınları 2023), 38—68,)

Bununla birlikte Hobsbawn’ın dediklerine yani “icat edilmiş gelenekleri keşfetme” hususu üzerinde dikkatli durmanın gerekliliğini de vurgulamak gerek. Çünkü “insanın geçmişiyle kurduğu ilişki ve bir düşünce tarihçisi olarak inceleme alanıma ve olası risklere ışık tutacak tespitleri var.

Mevcut İslam Felsefesi, İslam Hikmeti, Türk-İslam Düşünce Tarihi adına yapılan okumalarını “grup birlikteliğinin oluşturulması ve meşrulaştırılması için icat edilmiş gelenekler” olması riskini aşmak için Türk Aklı’nın Pers ve Arap Akıllarının ortaya koyduğu felsefi/dini sistemler içinde yerini, etkilenme ve etkilenme oranlarına dikkat ederek Türkçe Felsefe ve Türk Felsefesinin metafizik ve epistemik boyutunu, ortaya koyduğu etik politik sistemi- angajmanların etkisini aza indirgeyerek- oluşturmaya çalışıyorum. Çünkü özelde Türkiye’de, genelde Türkistan’da farklı milliyetçilik tasavvurları vardır. Bunlar arasındaki farklılıkları tek bir yaklaşım/kuramla açıklanamaz. Bu nedenle biz Türk Felsefesinin temalaştırılması” başlığı altında varlık-bilgi-değer ilişkisini açıklamayı önceliyoruz.

Önce çoğul olarak kullanırken burada tekil fiil kullanma gerekçem şu:  Pierre Bourdieu‘dan hareketle bilişsel bir kategori olarak (inşacı yapısalcı kuram) milleti analiz etmek için; ‘kültür- habitus-kimlik’ üçlüsü arasındaki ilişkinin incelenmesi ve en temelde de milli kültürü oluşturan sembolik ögeler üzerinde durulmasını önemsememden dolayıdır. O, “karakteristik eylem eğilimleri seti” olarak tanımladığı habitus kavramıyla şunu anlatır: Toplum içerisindeki eyleyicilerin, pratiklerini sergilerken hangi ‘ayrımlar’ temelinde hareket ettiği, çoğu zaman bilinçdışı oluşan bu farkların sınıf ya da herhangi bir grup aidiyeti ekseninde şekillendiği ve bu aidiyet hissinin bireylere yüklediği bazı roller olduğudur. (Pierre Bourdieu, Devlet Üzerine, College de France Dersleri (1989-1992), çev.: Aslı Sümer, (İstanbul: iletişim Yayınları, 2015), 35, M. Fahri Danış, “Bourdıeucü Bir Milliyetçilik Kuramı İçin Başlangıç: Literatürün Eleştirisi Ve Temel Varsayımlar”, Milliyetçilik Araştırmaları Dergisi, (2/1), Nisan 2020, 19-64.)

Bu tutumu, Hobsbawm okuması bağlamında söylersek, onun  milliyetçilik literatüründe “modernistler” olarak nitelendirilen yaklaşım içinde alındığını, milliyetçiliği “siyasal dönüşümle açıkladığını görüyoruz. Onun tasnifinde sizin konumunuz ne diye sorulacak olursa, “Etno-sembolcü” olabileceğimizi yani üçüncü yol olarak milleti, tarihsel olarak etnisite kavramının zamanın ihtiyaçlarına uygun biçimde değişmesi, dönüşmesi ve yeniden yorumlanması olarak ele alma tercihi de var.  

“Etno-Sembolizm, modernizm akımının yirmi beş yıllık hegemonyasına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. “Milliyetçilik literatüründe üç temel yaklaşımdan söz edilebilir: Bunlardan birincisi primordialistler; ikincisi modernistler; üçüncüsü etno-sembolcülerdir. Primordialist ‘ilkçilik’‘daimicilik’, ‘özcülük’, ‘kadimcilik’ ya da ‘eskilcilik terimleriyle karşılanıyor. Milletlerin doğal ve tarihsel niteliklerini ön plana çıkartan teorileri tanımlamak için kullanılır. Anthony Smith’in literatüre kazandırdığı kavram doğalcı’ yaklaşımın bir uzantısı olarak okunabilecek kadimcilik/eskicilik (perennializm) ön plana çıkmış gibidir. Ona göre millet “tarihi bir toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlevi bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adı”dır. Milletin modern öncesi dönemde de temel aidiyet biçimi olduğunu kabul etmekle birlikte, etnisite ile millet arasında bir eşitlik olduğunu varsayan tezleri ifade eder. Burada perennialistlerin milletin ya da etnik grubun, doğal bir şekilde verili olduğunu kabul etmeyip onun sosyal ve kültürel temellerine önemlidir. “Perennialist teori, yapısı gereği arkasını büyük oranda tarihe yaslar. Bir ideoloji olarak milliyetçilik için de geçerli olan bu durum, antik ya da Orta Çağdaki özgül örnekler üzerinden milletlerin ‘sürekliliğini’ kanıtlama çabası olarak görülebilir. Bu, bir anlamda bir milletin ‘soy kütüğünü’ çıkartmak demektir. Diğer milliyetçilik teorileri için de tarihin rolü birincil önemde olsa da perennialistler, tarihin iktidar aygıtı tarafından şekillendirildiğini gör(e)mezler ve onu ‘değiştirilemez’ bir fenomen olarak kabul ederler. Özetle Milleti, tarihsel açıdan ezeli, ebedi bir olgu olarak görürken; modernistler, milleti bir kurgu, milliyetçiliği ise modernleşme sürecinde ortaya çıkan bir olgu olarak görmektedirler. Etno-sembolcüler ise primordialist yaklaşım ile modernist yaklaşım arasında bir üçüncü yol olarak milleti, tarihsel olarak etnisite kavramının zamanın ihtiyaçlarına uygun biçimde değişmesi, dönüşmesi ve yeniden yorumlanması olarak ele almaktadır. (Bu tasnife yönelik eleştiriler:  Umut ÖzkırımlıMilliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış, (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999), 244, 265, Fahri Danış,“Pierre Bourdieucü Bir Milliyetçilik Kuramı İçin Başlangıç, 23-24, 26-27, Abdulvahap Akıncı, “Milliyetçilik Kuramları”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 15, Sayı 1, 2014:140-141,144.)

Etno-sembolcüler, milliyetçiliği etnik geçmişe ve kültüre ağırlık vererek tanımlar. Milletler yoktan var edilemez, milli kimlikler geçmişten kalan mitler, değerler ve sembollerin etkisi altında şekillendiğini düşünürler. Grubun içinde dâhil olan araştırmacılar; John Amstrong, Antony D. Smith ve John Atkinson; İlkçi ve modernist görüşü, harmanlayarak orta yol yaratmaya çalışmışlardır. Yani burada “yeniden bir inşa” söz konusudur. Özkırımlı, bu düşünürlerin terimi birbirlerinin incelemeleri değerlendirirken de kullanmadıklarına, genç kuşak araştırmaların kullandıklarına dikkat çeker. Daniele Conversi’nin etno-sembolcülüğü, milletlerin var edilmeyeceği, milli kimliklerin geçmişten kalan, mitler, değerler ve semboller altında şekillendiği savunanlar olarak görmesini örnek olarak verir. Özellikle Amstrong’un etnik bilinç kısa bir süre içinde oluşabilecek bir durum olmadığını vurgulaması ve bilinçliliğin en eski çağlara kadar gittiğine yani süreklilik hâkim olduğu vurgusu önemlidir.  Bununla birlikte eleştirel olarak; bilinç salt değişmez değildir zamanla, her dönemin algılayış biçimine göre değiştiğine dikkat edilmelidir. Bu tutum “milliyetçilik gibi karmaşık bir fenomeni tek bir faktörle açıklamak ve tarihsel gerçekliğin çok yönlü yapısını göz ardı ederek tek bir değişkene dayanarak açıklamak yani indirgemecilik riskini de gidebilir. (Özkırımlı,  Milliyetçilik Kuramları, 202-212, 258)

Hobsbawm, geleneklerin ‘resmi’ olanların çoğunlukla devletler, örgütlü siyasal ya da toplumsal hareketler tarafından, ‘gayri resmi’ olanların ise biçimsel olarak örgütlenmemiş toplumsal gruplar ya da siyasal olmayan kulüp ve kardeşlik cemiyetleri gibi topluluklarca yaratıldığı temel görüşünü ileri sürer. Bu çerçevede siyasal geleneklerin icadının daha bilinçli ve üzerinde kafa yorularak gündeminde siyasal hedefler bulunan kurumlarca gerçekleştirildiğini belirtir. Devletler formal/resmi, informal/gayri resmi, siyasal ve toplumsal gelenek icatlarını sadece ürettikleri ülkelerde sınırlı bırakmaz. Diğer bir ifadeyle ‘ihtiyacın çıktığı ülkelerle’ bu gelenekleri birbirine bağlarlar. Böylece, hakim güçlerin/yöneticilerin yönetilenlerin itaatini, sadakatini sağlarlar, işbirliklerinin sürdürülmesi gerektiğini vurgularlar. Devlet aygıtı sivil insanların sivil varoluşlarını daha çok tanımlamaya ve kayıt altına almaya başlar.

Hobsbawm’a göre, sadık bir şekilde itaat ve işbirliğinin sağlanması için  ‘irrasyonel’ unsurların önemi yeniden keşfedilmesi 1870 yıllarında olur. Kitle politikasının ortaya çıkışıyla birlikte yönetenler ve orta sınıf gözlemcilerin toplumsal bünyenin ve toplumsal düzenin sağlanması için icat edilmiş gelenekler işlevsel kılındı. Bu önemli çünkü toplumsal ve siyasal işlevleri olmasaydı ne ortaya çıkarlardı ne de yerleşiklik kazanabilirdi diye düşünür, “ama bu geleneklerin nereye kadar manipülasyona açık olduğunu” sormadan edemez.

Bu noktada Özkırımlı, bu bakış açısının kavramları birbirine karıştırma riskine dikkat çekerek, etnik topluluklarla modern milletler arasındaki farkları yeterince dikkat etmediklerini, etkin kimliklerin değişken bir yapıya sahip olduğunu göz ardı ettiklerini, dolayısıyla etnik kimliklerin kalıcılığını abarttıklarını belirtir. Bu bağlamda milliyetçiliği özcü ve yapılanmacı şeklinde ikili bir okumayı önerir. Daha “yararlı” bulduğu yapılanmacılık, kişisel deneyimlerden/algılardan bağımsız olduğunu varsaydığımız pek çok toplumsal olgunun aslında öznelliğin eseri olduğunu söylemektir. Toplumsal kültürü oluşturan gelenek, dil, din gibi unsurlara yüklenen anlamlar ve verilen değerler, değişen şartlara göre yeniden  tanımlanır.  Toplumsal hayata yön veren şartlar değiştikçe, topluluğun anlam/değer sistemi de değişecek, yeni şartlara uyumlu hale getirilecektir. Buna göre etnik topluluk üyeliği “verili” ve değişmez ölçütlere bağlı değildir; o topluluğun üyeleri tarafından belirlenir ve zaman içinde değişiklik gösterir. (Umut ÖzkırımlıMilliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999, 212)

Sonuç

Bu yazı aynı hem üzerimde hakkı olan bir hocama vefa yazısı hem de  okumalarımda kullandığım yöntem arayışlarımdaki gelişmeye dairdir. Böyle bir yazıda sonuç olur mu diye sormayınız lütfen.  Bizim Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak merkezli incelemelerimizdeki temel vurgunun -bizim geçmiş (yani Selçuklu-Osmanlı) ile modern (yani Türkiye Cumhuriyeti) kültürel sürekliliğinin- “İcat Edilmiş Gelenek” bağlamında okunma ihtimaliyle yüzleşmem. 

Burada bir gelenek mi icat ediyoruz, yoksa tarihi/geleneği inşa ederek, “Modern Türkiye Cumhuriyeti”nin ulusal kimliği ve milliyetçilik tasavvurumuzu mu güncellemek istiyoruz sorusu gündeme gelir. Bize göre ikincisi, çünkü “millet inşa etmekten ziyade süreklilik taşıyan bir aidiyet bilinci/kalıbı” vurguluyoruz. Çünkü geleneğin icadıyla “toplumsal hayatın bazı kısımlarının sabit kılınması çabası”nın hayata geçirilmesi gayretini tarihsiçilik (dini anlama neo-selefilik) olarak görüp totaliter bir zihniyetten kaçınmayı önemsiyoruz.

Selçuklu-Osmanlı tarihini inşa ederken önceki Türk tarihini ve metafizik değerleri bütüncül okumaya dikkat ediyoruz. Bunu örneklendirecek olursak, Sünni Osmanlı ve Şii Safevi Devleti, Sünni-Memlüklü Devleti arasındaki ekonomi/politik savaşlara teolojik temellendirmelerin angajmanlarını taşımadan Türk Felsefesine olan katkılarını araştırıyoruz.

Türk felsefesini, Türkçe felsefenin ileri bir aşaması olarak görüyoruz. Bu açıdan Türkçülük’ü Gökalp’in dediği üzre “İlmi, felsefi, bedii bir mekteptir; başka bir tabirle, harsi bir mücahide ve teceddüt yolu” olarak görüyoruz. (https://www.dibace.net/fikir-yorum/turk-felsefesini-temalastirmak/https://www.kirmizilar.com/turk-felsefesini-temalastirmak/ )

Not: Hızlı düşünmenin, on parmak yazmanın ortaya çıkardığı hatalardan mustarip olduğumu bilen can dostum Muaz Ergü, yazıyı ben de dikkatlice bir okuyayım deyip redakte etti. Müteşekkirim kendisine.

Çorum, 28.04.2025