Yavuz Sultan Selim’in ilk önce neden batıya değil de doğuya doğru sefer düzenlediğini gelinen noktada şimdi daha da iyi anlıyoruz. Öyle ya, doğuyu emniyete almadan batıya yönelmek hiç yoktan koca imparatorluğu maceraya sürüklemek olurdu. Yavuz Sultan Selim zaten arkaya sağlama alma adına gereğini yapar da. Ancak Anadolu’nun değişik yörelerinde bir kısım Alevi kardeşlerimiz Yavuz’un bu stratejisini dini ve mezhebi maksatlı olarak algıladıklarından ona pekiyi gözle bakmazlar. Oysaki o yaptığı hamlelerle Türk İslam Âlemini büyük bir badireden kurtarmıştır.
Bakınız Koçi Bey, Osmanlı’nın düşüşüne neden olan unsurlardan birinin mezhep imamımız İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezarına bile tahammül edilemeyişine, bir diğer neden olan unsurun ise Celali eşkıyalarının isyanlarıyla başlayan bazı vilayetlerin viran hale gelmesine bağlamakta. Aslında Koçi Bey tespitinde pekte haksız sayılmazdı. Zira Anadolu’da Turhal civarında Bozoklu ve kendisini Mehdi ilan eden Şeyh Celâl adında bir tımarlı sipahinin Şah Veli payesiyle etrafına topladığı adamlarla Osmanlı idaresine karşı başkaldırıp Anadolu’yu tehdit eden unsur hale gelebiliyor. Tabii Osmanlının böylesi bir tehdit unsuru görmezden gelmesi düşünülmezdi. Nitekim 1519 yılında Anadolu’da yuvalanan Celali hareketlerinin bastırılmasının akabinde kesik başı Yavuz'a gönderilir de. Böylece Yavuz döneminde başlayan ve I. Ahmed dönemin kadar devam eden Celâlî isyanlarıyla ilişkili görülen tüm tehdit unsurlarının ortadan kaldırıldıktan sonra da Kanuni’nin adalet devri devreye girecektir. Amma velâkin Celâlî isyanları sonlansa da tarihi süreç içerisinde vuku bulan her ayaklanma ‘Celali isyanı’ olarak nitelendirilirken her asilik yapan insana da ‘Celâlî’ eşkıyası denilecektir. Oysa Anadolu’da patlak veren her başkaldırış hareketlerine Celâlî isyanı demek akla ziyan bir tutumdur. Aslında Anadolu evlatlarının, Alevi ve Sünni Türkmenlerin birlikte gerçekleştirdikleri bu türden başkaldırışlarını gaflet ve hıyanet içerisine düşmüş vezirlerin yanlış icraatlarına karşı gösterilen bir tür milli refleks ya da kıyama kalkma duruşu olarak yorumlamak daha doğru olurdu.
Evet, ister adına Celâlî harekâtı densin isterse bir başka hareket hiç fark etmez, bu noktada asıl üzerinde durulması gereken husus toplumun alt tabanında yer alan farklı mezhep ve farklı meşrep inanç kültürüne sahip toplulukların bir araya gelip ortak hareket edilebilmeleri çok önem arz eden bir husustur. Öyle ki bu tip toplumsal tabandan gelen hareketlerin başını daha çok Alevi eğilimli Türkmenler çekmekle beraber, bu türden kazan kaldırma hareketleri aynı zamanda çevreyle merkez arasında uyumsuzlukların varlığına işaret teşkil eden bir durumu da ortaya koymakta. Hele ki devlet yönetiminde devşirmelerin yüksek mevkilere gelmeleri Türkmenlerin çok ağırlarına gitmiş olsa gerek ki, çevre ile merkez arasında bir takım gerilimlere yol açacak başkaldırışlarda bulunabilmişlerdir. Nitekim tarihi süreç içerisinde kazan kaldırma türünden başkaldırma hareketlerinin genel eğilimine baktığımızda bir yandan devşirme kökenli Yeniçerilerin kazan kaldırdığını diğer yandan da Türkmenlerin sipahi kolunun başkaldırdıklarını görmekteyiz.
Malumunuz Şah İsmail mezhep taassubuyla giriştiği doğu seferlerinde hemen hemen tüm savaşları kazanmanın ötesinde kendince bir yandan Anadolu’nun her tarafına hâkim olmayı diğer yandan da Rumeli taraflarına damadını padişah yapmayı hedefliyordu. Öyle ki Şah İsmail Tokat’ı ele geçirip kendi adına hutbe okuttuğu, buradan da Kütahya önlerine kadar ilerleyip Bursa’yı tehdit eder konuma geldiği bilinen bir vaka. Hatta bu arada Osmanlı şehzadesi yeğeni, şehzade Ahmed’in oğlu Murad Şiiliği kabullenip Çorum, Amasya ve Tokat’ı işgal etmenin ardından firar eyleyip soluğu İran’da ki Şah İsmail’in Safevi sarayına sığınmakta alır. Hadi kendi öz yurdundan firar etmesi neyse de soluğu sarayda aldığı Şah İsmail’in kızıyla evlenmesi açıkçası yürekleri burkan işin tuzu biberi bir durumu gözler önüne serer. Yavuz Sultan Selim, hiç kuşkusuz bu durumda Şah İsmail’in Şiilik emelleri uğruna kızını Osmanlı şehzade yeğenine verdiği damadından başlayarak Osmanlıyı Şii devletine dönüştürecek her attığı adıma ve hamlesine daha fazla göz yumup seyirci kalamazdı. Hemen tez elden Şah İsmail’in kafasına koyduğu tüm emellerine geçit vermeyecek bir şekilde Çaldıran seferiyle tüm heveslerini boşa çıkaracaktır. Böylece Osmanlı ile Safevî Devleti arasında ki sınırlar belirgin bir şekilde çizilmiş olur. Sadece çizilen coğrafi sınırlar değildi elbet, hiç kuşkusuz maddi sınırların yanı sıra Şah İsmail’in Anadolu’daki halifeleriyle irtibata geçmesini önleyecek manevi sınırlarda belirlenip çizilmiş olur. Yani kelimenin tam anlamıyla, Çaldıran seferi sayesinde Erdebil Tekkesinin Anadolu yakasında kalan Alevilerle olan irtibat bağlarının kesilmesi anlamına gelen bir sınır çizgisinin belirlemesidir bu. Aynı zamanda Yavuz’un Çaldıran seferinden sonra çizilen sınırların bizim tarafımızda kalan kısmındaki Sünni Kürtlerle de iyi münasebetler kurduğu bilinen bir gerçekliktir. Dahası Yavuzun Bitlisli İdris Bey’in katkı vermesiyle birlikte buralarda tek anlaşabildiği topluluk Sünni Kürtlerdi, asla Alevi Kürtler değildi. Malum buraları mesken tutan Alevi-Şiî Kürt topluluklar ise daha çok Şah İsmail’in beşinci kolu unsurlarından diyebileceğimiz doğal müttefiki topluluklar olarak konuşlanmışlardı. Dolayısıyla Erdebil Tekkesinin Anadolu yakasında kalan Alevi-Şiî Kürt topluluklar buralarda birlikte yaşadıkları Sünni insanların Ehlibeyte gerektiği kadar muhabbet beslemediği önyargısına kapılmışlardır. Üstelik bu söz konusu ön yargıya kapılma algısı Alevi Türkmen toplulukların üzerine de sıçrayıp zaman içerisinde bir bakıyorsun cami ve eğitim yuvalarından uzak kaldıkları bir tabloyu da ortaya koyar. İşte bu uzak kalış hali neticesinde medresede öğretilen bilgilerden yoksun kalan Aleviler, sadece babadan oğula ve nesilden nesile geçen kulaktan dolma bilgilerle kültürel varlıklarını devam ettirmiş olacaklardır. Ayrıca kulaktan dolma bilgilerin her devrin zaman diliminde değişikliklere uğrandığı da hesaba katıldığında Yavuz’un, kızılbaşlık propagandasıyla Şah’ın lehine casusluk yaptıkları sabit olan beşinci kol faaliyeti unsurlara yönelik başlattığı kovuşturma hadisesi manipüle edilerek güya 40 bin Alevi’yi katlettiği şeklinde lanse edilen bir kara propagandanın etkisiyle Sünni kesime öteki gözüyle bakacaklardır. Oysaki ortada Şah İsmail yanlısı 40 bin kızılbaşın sorgulanıp bunlardan sadece suçu sabit görülenlerin idam ve hapse mahkûm edilmişliğinin göstergesi olarak evrak kayıt gerçeği vardır. Yetmedi Sadrazam Kamil Paşa’nın bu hususta; katledilenlerin haricindekileri müebbet hapse mahkûm edildiğine dair tarihe not düşmüşlüğü söz konusudur. Hatta tarihçi Mustafa Akdağ’da 40 bin efsanesini gerçekçi bulmadığı gibi tarihçi Hammer de bu rakamın abartılı olduğuna dair Sadedin ve Solakzade’nin 40 bin nüfus hakkında “Kimi maktul oldu, kimi de mahpus” şeklinde dile getirdikleri tarihi notları referans kaynak olarak gösterir. Ve bu hususta Halil İnalcık Hocamız da evrak defterine yazılanların hepsinin idam edilmediğini dile getiren günümüz tarihçilerimizdendir. Hakeza Osmanlı tarihçilerinden Heath Lowry 28 Haziran 2009 yılında Habertürk TV’ye çıktığı Teketek programında söylediklerine baktığımızda sadece casusluk yapanların cezalandırıldığına dair yorumda bulunmuşlardır. Hâsılı Fransız tarihçi Jean-Louis Bacque-Grammont’da hepsinin öldürüldüğüne dair zerre miskal delil olmadığına dair tespitlerde bulunmuşlardır.
Malum Yavuz’un ikinci seferi Memluklere karşı olmuştur. Memlukler öteden beri Osmanlıya karşı Şah İsmail’le birlikte diş bilemişlerdir. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim bir darbeyle Şah İsmail’i saf dışı bıraktıktan sonra ilk iş; yıldırım hızıyla Mısır ordularını Mercidabık ve Ridaniye’de hezimete uğratmak olur. Böylece Memluk devleti sona erip hilafet Osmanlı’ya devr olunur. İşte bir taşla iki kuş vurmak buna denilir. Zira Yavuz, hem Şah İsmail’in gizli emellerini boşa çıkarmış olur hem de Ayasofya’da yapılan bir merasimle Abbasilerden mukaddes emanetleri devr almakla saltanat ve hilafeti birleştirip İslam’ın hilafet şartlarını da yerine getirmiş olur. Hiç kuşkusuz Yavuz’un bu başarısı Sünni âlemde sevinçle karşılanmıştır.
Ehl-i Beyt
Çaldıran zaferi neticesinde İran’la Osmanlı devleti arasında kesin hudutların çizilmesiyle birlikte Anadolu yakasında kalan Alevi kültürüyle yoğrulmuş insanlar her nedense bu zafere pek sevinmemişlerdir. Bu insanlar o gün bugündür Sünni Müslümanların Ehli Beyt’e soğuk baktıkları duygusuna kapılmışlardır. Oysa Ehl-i Beyt’e Allah için muhabbet etmek dinimizce vaciptir. Hatta İmamı Şafii'ye göre de farzdır. Zira Sünni Müslümanların bu konuda sıkıntısı yok, asıl sıkıntı bazı aklı evvel sığ zihinlerde. Bakınız Said Nursi Hz.leri; “Al-i Beyt’ten vazifei risaletçe, muradı, Sünnet-i Seniye'sidir. Sünneti Seniyeye irtibatı terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost da olamaz” diye buyurmakla gerçekleri gözler önüne sermiştir. Nitekim Allah Resulü (s.a.v); “Sizlere iki şey bırakıyorum, Onlara temessük etseniz necat (kurtuluş) bulursunuz. Birisi kitabullah diğeri Al-i Beytimdir” diye beyan buyurmuşlardır. Hakeza İmam-ı Şer’ani Hz.leri de; “Bir beldede Seyyid olduğunu duysam o beldeye girmekten hayâ duyarım” deyip Al-i Beyte olan muhabbetini ortaya koymuştur.
Malumunuz Aleviler ile Sünniler arasına ekilmek istenen bir başka fitne tohumu da Yezid meselesidir. İlla Sünni kesime Yezidi denilmek isteniliyorsa da, şu iyi bilinmelidir ki; tarihte Yezidin işlediği cinayetler nedeniyle hiçbir Sünni Müslüman sorumlu tutulamaz. Çünkü Kuran’da; hiç kimse bir başkasının hatasından, günahından ve cinayetinden dolayı sorumlu tutulamaz diye beyan buyurulan kesin hüküm vardır. Hem kaldı ki, ehlisünnet çizgisini kendine düstur edinen hiç bin Sünni Müslüman şimdiye kadar doğan çocuğuna Yezid ismi verdiği görülmemiştir. Sünni Müslümanlar tam aksine tarihten günümüze çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin isimlerini sıkça verdikleri görülmüştür. Bu demektir ki, Sünni Müslümanlar asla Alevi düşmanı değillerdir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v); “Ehli Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Onlara tabii olan selamet bulur, olmayan helak olur” diye beyan buyurmuşlardır.
Devam edecek
