Selim Gürbüzer


YA TAKSİM, YA ÖLÜM

Malumunuz İngiltere İkinci Cihan harbi sonrası tası tarağı toplayıp Kıbrıs’tan elini ayağını çekme noktasına geldiğinde ister istemez Kıbrıs’ın yönetimi Rum ve Türk tarafına geçer. Bu bir anlamda Ada’nın Yunanistan’ın insafına bırakılmaması anlamına gelir. Ancak uygulamaya baktığımızda kazın ayağı hiçte öyle olmaz.


             Malumunuz İngiltere İkinci Cihan harbi sonrası tası tarağı toplayıp Kıbrıs’tan elini ayağını çekme noktasına geldiğinde ister istemez Kıbrıs’ın yönetimi Rum ve Türk tarafına geçer. Bu bir anlamda Ada’nın Yunanistan’ın insafına bırakılmaması anlamına gelir. Ancak uygulamaya baktığımızda kazın ayağı hiçte öyle olmaz.  Nasıl ki İngiltere sanki çekilmiş gibi gözüküp Ada’da garantör devlet olarak iki askeri üs bulunduraraktan varlığını hissettirmişse, aynen öyle de Yunanistan’da Ada ile olan bağını bir şekilde sürdürecektir. Her şeye rağmen yine de uzun bir aradan sonra Kıbrıs’ın her iki yakasının da üniter devlet olarak kabul görüyor olması önemli bir aşama sayılırdı. Şimdi önemli olan bundan sonraki aşamaların ne getirip getirmeyeceğidir. Nedir o aşamalar diye baktığımızda bir kere Ada halkının yeniden Anayasa oluşturma hakları yoktur, bu yüzden tam bağımsızda sayılmazlardı. İcabında kendi kaderlerini tayin etmeye kalkışmış olsalar İngiltere, Yunanistan ve Türkiye garantör devlet olmaktan doğan hakları kullanarak izin vermeyecekleri malum. Dolayısıyla Kıbrıs’ta tam bir üniter devletin varlığının oluşumundan söz etmek çok zor görünüyordu. Baksanıza Ada’nın kuzeyinde Türk tarafı istenmeyen ve dışlanır konumda iken Rumlarınsa değme keyfine… Rumlar üstüne üstük hem diplomatik kanalları kullanmaktalar hem de gerektiğinde şiddet kullanır tutum sergiliyorlardı.  Nitekim Rum tarafın Helenist ayarları galebe çaldığında Türk köylerini basıp nice masum insanların canına kıyacak kadar alçakça katliamlarını sürdürüyorlardı. Şimdi gel de girişilen bu katliamlara yürek dayansın. İşte 1950 yılların sonunda Türk kamuoyu yürekleri dağlayan bu zülfüyârımıza dokunan bu elim hadiseler karşısında sessiz kalmayıp ‘Ya Taksim, Ya Ölüm’ sloganları eşliğinde tepki mitingleri yapmaktan kendilerini alıkoymayacaklardır. Derken Türk kamuoyunun bu çığlığı karşısında Türk hükümeti müdahalede bulunmak ister, ama bu müdahale isteği her zaman olduğu gibi BM ve ABD barikatına takılacaktır.

  1. Al kurtul

Dedik ya, Rumların değme keyfine. Bir bakıyorsun 1960 yılı itibariyle Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşunun gurur okşayıcılığıyla ENOSİS çalışmalarına hız vereceklerdir. Nitekim bunun ilk işaretlerini 1963’te gerçekleşen kanlı Noel eylemlerle kendini gösterecektir. Bu eylemle verilmek istenen mesaj besbellidir;  Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaktır dert davaları.  Hiç kuşkusuz Ankara,  bu durumda Rum tarafına karşı elini kolunu bağlayıp seyirci kalamazdı, bilakis kendi stratejini belirleyerek hareket edecektir. Tabii Ankara strateji belirlerde Rumlar boş durur mu, EOKA’cılar da hemen Yunan askerleriyle birlikte 15 Temmuz 1974 yılı itibariyle kendilerine engel gördükleri Makarios’u bir darbeyle devirip Kıbrıs Helen Cumhuriyetini kurmaya kalkışacaklardır. İşte bu kalkışma bizim açımızdan bardağı taşıran son damla olur.  Öyle ki bu kalkışma Türk kamuoyunda ‘Al kurtul’ tepkisiyle karşılık bulur. Derken Türkiye kamuoyu rüzgârını da arkasına almasıyla birlikte 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’a garantör devlet olmaktan doğan haklarını kullanacak noktaya gelip bu durum adaya çıkarma yapmanın gerekçesini oluşturur.  İşte bu gerekçeyle Kıbrıs Barış Harekâtı adı altında yaptığımız çıkarmamızı zaferle taçlandırıp, bu sayede cunta yönetimi düştüğü gibi ardından Cenevre görüşmeleri de başlatılır. Ancak görüşmeler beklentilerimizi karşılayacak türden neticeyle sonuçlanmaz,  ister istemez Mehmetçiğin 14 Ağustos 1974’de adayı ikiye ayıracak şekilde fiili müdahalesiyle kendi çözümümüzü kendimiz neticelendirilip bugünkü yeşil hatla sınırları belirlenen alanı “Bağımsız Kıbrıs Türk Federe Devleti” ilan ederek zaferimizi kutlarız.

  1.                                      Ver kurtul

       Kıbrıs Barış Harekâtını zaferle neticelendirmesine neticelendirdik ama Yunan lobisi boş durmayacaktır. Lobi faaliyetleri meyvesini verir de.  Nitekim ABD Türkiye’ye karşı silah ambargo uygulayacaktır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz kazınılan zaferimizi bile ağız tadıyla kutlamamıza fırsat vermeyeceklerdir. Oysa kazanılan bu zafer Yunanistan’a da hayrı dokunur bir çıkarmaydı. Nasıl mı? İşte bu zafer sayesinde Yunanistan’da albaylar cuntası devrilip böylece derin bir rahat nefes almış oldular. Yetmedi ileriki yıllarda AB’ye üye olacak noktaya gelirler. Bu yüzden Yunanistan’ın başına talih kuşu kondu dersek yeridir.  Hatta yetmedi Güney Kıbrıs’ın da ileriki yıllarda AB’ye üyeliği gerçekleşir. Tabii onlar için her şey mubah olurken, Türkiye’nin ise Kuzey Kıbrıs’la garantör devlet bağı olduğu halde AB üyeliği noktasında halen bugün olmuş bekleme salonundayız. Hele bir de bunun üstüne KKTC’nin kaderi statükocu Rauf Denktaş’ın içe kapanık siyasetine terk edilmişliği, daha da içimizi kanatan bir yara olur. Düşünsenize Denktaş habire işi yokuşa sürüp beş parmak dağlarını aştığımızın hülyasıyla işi kotarmaya çalışacağını sanır.  Oysa hayali laflarla pilav gemi yürüseydi Kıbrıs davası çoktan halledilmesi gerekirdi. Masaya oturmamakla Kıbrıs davası güdülemez, bilakis masaya oturup mesele hal yoluna koyulabilirdi.  Bunun dışında sadece kendi kendimize avunup kendimizi kandırmış oluruz.

         Malumunuz, Kıbrıs meselesinde her iki tarafında karşılıklı bitip tükenmek bilmeyen uzlaşmazlıklar neticesinde 1983 itibariyle KKTC olarak bağımsızlığımızı ilan etmiş olduk. Ancak bu ilanımız dünya platformunda pek olumlu karşılık bulmaz.  Üstelik Yavru Vatan Kıbrıs’a uygulanan ekonomik yaptırım ve haksız izolasyonların ağır maliyeti üzerimize bindirilip Türk kamuoyunda ‘Ver kurtul’ noktasına gelinen bir bıkkınlığın alameti sayılan mesele haline dönüşür. İlginçtir bu arada Tansu Çiller hükümetinin gerek izolasyonların kaldırılması noktasında gerekse 1995’te gümrük birliğine girme karşılığında 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık anlaşmasında yer alan; Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı hiçbir uluslararası örgüte üye olamaz maddesinin gereğini yapmadığı gibi üstüne üstük itiraz hakkından vazgeçtiğini bildirme gafletinde de bulunur. Peki, vazgeçtiğini AB’ye bildirdi de ne oldu, sonunda Rum tarafının tek başına Avrupa Birliğine üye olmanın yolunu kendi elleriyle açmış oldu. Belki diyebilirsiniz ki, Kıbrıs meselesinin AB ile ne alakası var?  Alakası var elbet, bir kere gerek 1972 yılı içerisinde Güney Kıbrıs'ın tüm Ada adına AET ile arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması,  gerekse 1995 yılında Türkiye’nin Gümrük Birliğine alınması yönünde yapılan görüşmeler AB’nin Kıbrıs’la olan alakasını yeterince ortaya koyan göstergelerdir. İşte önemli addettiğimiz bu söz konusu püf noktaları iyi analiz edip masadan alnımızın akıyla kalkabilmek esas olmalıydı, ama gel gör ki o günkü görüşmelerin satır aralarında yer alan; Güney Kıbrıs’ın Ada halkının tümünü temsil ediyormuşçasına takvime bağlanmasıyla ilgili ilintili maddeye maalesef ses çıkarılamamıştır.  Madem öyle, şimdi o günkü hükümet erkânına sormak gerekir; bu durum tam bir cehalet örneği değilse peki ya nedir?   Maalesef bu iş bilemezliğin neticesi olarak Murat Karayalçın ve Deniz Baykal’ın imzası bulunan belgeye dayanarak bu sancı start alır. Yani Türkiye bu tavizi Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin gerçekleştirildiği noktada vermiştir. Hani taviz tavizi doğurur derler ya, gerçektende bu aşamada Kıbrıs meselesi bizim meselemiz olmaktan çıkıp AB platformunun konusu zemine kayacaktır. Yetmedi 30.12.1995 tarihli resmi gazete ile yürürlüğe giren Gümrük Birliği görüşmeleri esnasında AB ve Güney Kıbrıs arasında başlayacak tam üyelik görüşmelerine sorgusuz sualsiz gözü kapalı dönemin hükümetince onay verilmesiyle neticelenecektir. Hem de üstüne üstük hafızalarımızda unutulmayacak izler bırakarak neticelenir.  

  1.                                 Artık Kıbrıs AB zemininde   

       Peki ya Türkiye? 

      11 Aralık 1999 Helsinki zirvesiyle Türkiye’nin AB adaylığı kabul edilir edilmesine ama aslında Kıbrıs Rum tarafının da AB’ye girmesi hususunda engel çıkarılmaması babından bir rıza kabul görmedir bu.  Hani atalarımız demiş ya; minareyi çalan kılıfını hazırlarmış diye, aynen öyle de Kıbrıs Rum tarafı 2000’li yıllarda Yunanistan’ın desteğini de arkasına alarak AB ile olan ilişkilerini tek taraflı kılıfını hazırlayarak yürütmüştür hep.  Böylece 2003 yılına gelindiğinde kendi lehlerine alınan kararın ardından 2004’te AB’ye tam üyeliği gerçekleşir de. Hadi üye olmaları neyse de sanki adanın bütününü kapsayan üyelikmişçesine Türkiye’nin garantörlük hakkının yok sayma havası içerisine girmelerine ne demeli? Neyse ki ABD, Kıbrıs Rum tarafının bu hevesiyle adanın tamamını temsil ettiği algısına yol açacak tavırlarından rahatsızlık hissedip meseleye Annan planı çerçevesinde çözme cihetine gidecektir. Böylece mesele önce BM zeminine taşınıp Rum tarafın heveslerini boşa çıkaracak bir gelişme yaşanır. Bu arada Ankara’nın da başlangıçta Annan planına kuşkulu yaklaşımı gözlerden kaçmaz,  ama masada Annan planı üzerinde görüşmelerde meseleye vakıf oldukça Rum tarafının elini zayıflatacak bir plan olduğunu fark etmiş olduk. Öyle ya, madem tüm Ada halkının hamisiyim diye ortaya çıkıyorsun, o halde işte hodri meydan; Annan planı referanduma gidilsin denildiğinde “el mi yaman bey mi yaman” misali daha referandumun adını duyduklarında hemen hop oturup hop kalkmaları samimiyetsizliklerinin ortaya saçılıp dökülmesine ziyadesiyle yetmiştir. Öyle ki referandum sonuçları açıklandığında Rumların ‘Hayır’, Kıbrıs Türk Halkının ‘Evet’ demesiyle birlikte çözümden yana tarafın Türk kesiminin, mızıkçılık yapan tarafında Rum kesimi olduğunu tüm cümle âlem görmüş oldu.  Bu arada Türk halkı olarak da geçmişte Fatin Rüştü Zorlu’nun akıl dolusu o diplomatik ataklarının meyvelerinden bir yenisini daha yaşamış olduk. 

          Türkiye’nin referandumda  ‘Evet’ demekle bir yandan kendisine yöneltilen işgalci suçlamalarını bertaraf ederken diğer yandan Rum tarafın ENOSİS hayalini söndürmüş oldu. Ama şu da var ki, daha her şey bitmiş sayılmazdı, sonraki aşamalarda her şey referandum kartını uluslararası arenada iyi kullanıp kullanamayacağımıza bağlı olarak şekillenecektir. Öyle ya, madem çözümden yana tavır koyan biz olduk, o halde her uluslararası platformda Kıbrıs meselesi dillendirildiğinde her defasında  ‘Evet’  kartımızı hatırlatarak Rum tarafını sıkıştığı köşeden çıkmasına fırsat vermemekte gerekir. Çünkü Ankara bu noktada çözümden yana kararlılığını sürdürdükçe Kıbrıs’ta gerçek anlamda barışa katkı sunacak tarafın biz olduğunu hatırlatmış oluyorduk. Her ne kadar gelinen noktada verilen sözlerin birçoğu yerine getirilmese de, şu bir gerçek KKTC’nin artık muhatap alınıyor olması bile bizim açımızdan önemli bir gelişme sayılırdı. Hiç kuşkusuz bu aşamaya gelişimizde Tayyip Erdoğan’ın katkısı çok büyüktür.  Gerçektende bir takım statükocu çevrelerin  ‘en iyi çözüm çözümsüzlüktür’ anlayışıyla devam etseydik Kıbrıs davasında bir arpa boyu yol kat edemezdik. İşte bu nedenledir ki Tayyip Erdoğan baştan beri meseleye çözüm odaklı bir arayışla Kıbrıs davasını göğüsleyip ciddi manada sorumluluk üstlenmesi elimiz kolumuz rahatlatmıştır. Doğrusuda buydu zaten. Hamaset politikalarından kim ne bulmuş ki bizde bulalım.  Eninde sonunda bu çözüm odaklı politikalar meyvesini verip Türkiye AB yolunda müzakere kartını alır da. Ancak Kıbrıs meselesi bu kez, Rum ve Avrupalıların isteklerine uygun bir mecrada yürütülmek istendiğinden AB’ye tam üyelik yolunda bir sürü ipe sapa gelmez başlıklarla önümüze takoz konularaktan yürütülmeye çalışılır. Oysa Türkiye ne uyarılmaya ne de kapı kulu olmaya gelirdi. Zira Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği kapısında bekleme meraklısı değiliz çıkışı bir bakıma dikleşmeden dik duruşumuzun bir göstergesi olarak kendini gösterir. Öyle ya, adı Avrupa Birliği olmaz da Shangay olur, ya da bir başka ‘Birlik pakt’ olur, zaten bize de değişik alternatif yollar üretmek yaraşırken onlara da kendi kazdığı çukurlarında debelenmek yaraşırdı. Baksanıza daha şimdiden o çok övündükleri AB çatırdar hale düşmüş durumda olduğu şundan besbelli ki İngiltere üyelikten çekileceğini bildirip 31 Ocak 2020 tarihi itibariyle AB’den bağlarını koparıp resmen ayrıldı bile. Düşünsenize yıllardır Türkiye’yi AB’ye üyelik yolunda bekleme salonunda beklettiler de ne oldu,  şimdi kara kara düşünmek sırası artık bu kez onlar da dersek yeridir.

       Velhasıl-ı kelam, uzun ince bir yoldayız. Şimdilik ‘Ya sabır’ deyip Yeni Türkiye Yüzyılında Kıbrıs’ın iki devletli konuma gelme hedefimize kilitlenmek zamanıdır.  

        Vesselam.