Selim Gürbüzer


SİVİL KATILIM

Sivil katılım modeli insanın kalkınması ilkesine dayanan bir modeldir.


Sivil katılım modeli insanın kalkınması ilkesine dayanan bir modeldir. Bu yüzden Şeyh Edebali Osman Gaziye ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ diye öğüt vermiştir. Nitekim bir devletin en önemli yatırımı insan sermayesidir. Dolayısıyla cemaat, sendikalar, dernekler, vakıflar, partiler, basın gibi tüm sivil toplum kuruluşları insanı yaşatmak için vardır. Dolayısıyla insanı yaşatmaya yönelik her faaliyet sivil katılım ilkesi kapsamında değerlendirilir hep. Böylece sivil katılım halkın kendi meselelerini demokratik yollardan kendi içinde kuracağı teşkilatlar aracılığıyla birlikte ortaklaşa çözmenin adı olarak tanımlanır. Ayrıca sivil katılımın ruhunu “Şura” oluşturmakla birlikte toplumun ve ülkenin menfaatine alınacak kararlar istişare heyetinin şura heyetiyle gerçekleştirilir. Zaten hiçbir sivil katılım projesi istişare edilmeden başarı şansı bulamaz. Kaldı ki istişare, sosyal hayatın can damarıdır. Dinimiz bu noktada Müslümanların kendi aralarındaki beşeri münasebetlerini istişare usulüyle yürütmesini öğütler. Bakınız İslâmiyet öncesi başsızlığa alışmış bedevi Arap toplumu İslamiyet sonrasında yerleşikliğe geçmesiyle birlikte medeni olup istişare gerçeğiyle yüzleşmiştir. Böylece bu sayede kabalığın ve başıboşluğun yerini müesseseleşme, istişare, incelik ve merhamet iklimi almıştır. Öyle ya, madem bedevi toplumu medeni olabiliyor, pekâlâ Müslüman toplumlarda yeniden diriliş ruhuyla modern çağın en üst seviyelerine kendi medeniyetlerini oluşturarak sıçrayabilirler. Ancak bu temenniyle sınırlı kalmamalı, İslâm’ın evrensel mesajına kulak verip yeniden dirilişe geçme azmini göstermekle olur elbet. Devletin bu noktada topyekûn diriliş hamlesine yönelik faaliyetlerinde sadece plan ve program hazırlaması yetmez, bunun yanı sıra sivil katılım şuraları oluşturup her türlü maddi yardım ve lojistik destekte bulunması da lazım gelir. 

Sivil hayatın en önemli verisi sosyal değişimdir. İlla bir yerde sosyal değişime ihtiyaç varsa, şu bir gerçek sosyal denekler üzerinde sebep ve netice ilişkisi kurmaksızın alelacele sosyal projelerle değişim modeli ortaya koymak ya da sosyal bilgilendirme faaliyetinde bulunmak aksi tepki oluşturabiliyor. Dolayısıyla bilgilendirme işleminde toplumun nabzını tutabilecek yetenekte işin ehli iletişim elemanlarına ihtiyaç vardır. İşte bu ihtiyacı karşılayacak iletişim elemanları için 'Değişim öncüleri' veya 'Gönüllü fedailer' olarak tanımlarsak yeridir. Tabii fedai derken bu ifadeden kaba kuvvet anlamı çıkarılmasın, bilakis bu ifade gönül eri rehber manasına fedailiktir bu. Elbette ki, dağ, taş, mezra, köy kasaba demeden Türkiye’yi karış karış gezip toplumu aydınlatmak her babayiğidin harcı değildir, kendinden bir takım özveri ve fedakârlıkları da gerektiriyor. Ayrıca gönüllü fedailerin toplumun değerleriyle taban tabana zıt hiçbir probleminin olmaması da gerekir ki, toplumsal aydınlanma gerçekleşebilsin. Hatta icabında bu da yetmez, değişim öncülerinin halkın yaşayış tarzıyla barışık olması gerekir ki halk-aydın arasındaki ikilemi çelişkisine son verilmiş olsun. Malum olduğu üzere halkı aydınlatacak mekanizmalar olmadığında bu boşluğu dolduracak bir takım teşkilat yapıları devreye girip bu boşluğu doldurabiliyor. Nitekim Afrika’da cemaatler bu manada sivil toplum unsuru olarak rol oynayıp ülke kalkınmasına katkı sağlayabiliyor. Örnek mi? İşte Nijerya, işte Uganda, işte Gana bunun en tipik örneklerini teşkil eder. Ancak yine de bu tip yapılamalar tam manasıyla boşluğu doldurmaya yetmez, mutlaka toplumu aydınlatacak aydın zümrenin de olması gerekir. 

Malumunuz dünya hızla gelişiyor. Dolayısıyla bu baş döndürücü gelişmeler karşısında durağan kalıp başımızı kuma gömmeye hiçte gerek yoktur. Neydik edip en azından teknolojik yenilikleri topluma aktaracak uzman kadrolar yetiştirmemiz gerekir.. Zaten böyle donanıma haiz kadrolar yoksa ne ticari bir faaliyet, ne de teknik bir bilgi aktarımı sağlanır. Bir ülkede mutlak hâlihazırda yetişmiş ihtisas elemanların bulunması şarttır. Hatta yeni buluşlar, yeni bilgiler toplum nezdinde hemen kabul görmese de ihtisas elemanı yetiştirmekten geri durmamalı. Bir kere insan tabiatı gereği anlık değişimlere adapte olmakta zorlanabiliyor, bu gayet tabii bir durumdur. Önemli olan merdivenleri basamak basamak çıkabilmektir. Basamakları çıkarken de sabırlı olmakta fayda var, aksi takdirde kaş yapayım derken göz çıkarılmış olunur. Dikkat ettiyseniz ya sabır dedik? Çünkü daha düne kadar “sivil toplum” ve “sivil katılım” kavramlarından bihaberdik. Hele şükür gelinen noktada partilerden kurumlara ve sivil örgütlerden toplumun hemen her kademesine kadar bu konu konuşulup tartışılıyor da. Sivil söylemler artık herkesin dilinden düşmez haldedir. Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik derken yeni Türkiye yüzyılına girmiş olduk. Bu demektir ki sabretmekte işe yarıyormuş. Hani atalarımız demiş ya sabreden derviş muradına ermiş diye, aynen öylede sabır yürüyüşünden birçok inişli çıkışlı badireler atlatmış millet olarak artık o eski Türkiye’nin karanlık hatıralarını geride bırakır konuma geldik diyebiliriz. 

Anlaşılan o ki, Yeni Yüzyıl Türkiye’mizi daha da bir engin ufuklara taşımak için sivil katılım faaliyetlerinde bulunmuş ve aynı zamanda teknik bilgilerle donanmış değişim öncülerine çok iş düşmektedir. Hem nasıl iş düşmesin ki, bakın bu işlevlere haiz sosyologlara “kalkınma ajansı elemanı” dersek yeridir. Madem böyle tanımladık, o halde kalkınma ajans elemanlarının en belirgin vasıflarını şöyle sıralayabiliriz:

-Özü sözü bir olan elamandırlar,

-Yeterli kültür ve teknik donanıma sahip elemandırlar, 

-Haklı olduğu davada mücadele etmekten çekinmeyecek kadar idealist elemandırlar,

-Ülkesine âşık gönül elemanıdırlar,

-Siyaset bilimine vakıf elemandırlar,

-Teşkilatçı yeteneğe sahip elamandırlar. 

İşte yukarıda sıralanan bu vasıflara sahip kalkınma ajansı elemanlar olmadan topyekûn kalkınmadan söz edilemeyeceği gibi Yeni Yüzyıl Türkiye'mizi çağlar üstü sıçrama hedefi gerçekleşemez de. İlla ki çağlar üstüne sıçrama hedefini tutturmak için mutlaka “Bir elde Ku’ran diğer elde bilgi teknolojileri” donanımlı kadrolar içerisinden son derece tertipli, hizmetkârlık şuuruna erişmiş ve ülkesi için kendini feda edecek karaktere haiz gönüllü hizmetkâr elemanlar seçilmeli ki, sivil katılım yolunda öncü olabilsinler. Bakınız Yavuz Sultan Selim gibi gözünü daldan budaktan esirgemeyen celalli padişahımız bile inandığı dava uğrunda kendini temsilci olarak değil, tam aksine kendini hep “hizmetkâr” olarak görmüştür. Nitekim Mısır seferinden sonra kendisine için “Hakimül Haremeyn” sıfatı yakıştırılmıştı, ama O; “Kendime Hakimü’l-Haremeyniş-Şerifeyn (Mekke-Medine’nin hâkimi) değil, bilakis kendime Hadimu’l Haremeyniş Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetkârıyım) olmayı yakıştırırım” deyip hizmetkârlığa talip olmanın mesajını vermiştir. Aynı zamanda cümle âleme efendiliğin hadim olmaktan geçtiğini dile getirmiştir.

Malumunuz Sivil toplum unsurları düzenli örgütler şeklinde yapılanacağı gibi aynı zamanda düzensiz örgütler şeklinde de yapılanabilmekte. Bu noktada unutulmaması gereken husus; düzensiz örgütlenmelerin çoğu kere başıboş kitleleri çağrıştırıp bu tür örgütlenmenin anarşizme kol kanat geren yapılara kayabileceği, düzenli örgütlenmelerin ise daha çok kendine çeki düzen vermiş kitleleri çağrıştırıp bu tür örgütlenmenin anarşizmin zıddı nizami yapılara kayabileceğidir. Hiç kuşkusuz bizim tercihimiz nizami teşkilatlanmalardan yanadır. Zira birincisinde anarşist olma riski vardır, ikincisinde ise Nizam-ı âlem alpereni olmak vardır.

Artık çağımızda klasik anlayışların yerini sanayi ve bilgi toplumu değerleri alırken, bu arada sosyal dokuda birtakım arızaların gün yüzüne çıkabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Tabii bu durum geçiş sürecinde yaşanılan çözülmelerin (anomi veya normsuz sancılar) neticesi bir durumdur. Derken ortaya çıkan bu tip anomi durumlara son vermenin yolu, yerli ve milli kültürümüzü sosyal hayatın her alanında iri ve diri tutacak sosyal projelere hız vermekle hal yoluna koyulabilir. Şayet sivil toplum unsurlarının katılımında sosyal projeler geliştirilmezse toplum dengelerin bir anda alt üst olması an meselesidir diyebiliriz. Peki, toplum dengelerinin altüstü olmaması için ne yapmalıdır derseniz, yapılması gereken ilk evvela sivil toplum unsurlarının katılımını hem madden hem de manen moral motivasyon bakımından tam destek vermek gerekir. Nitekim bu noktada destek verilecek sivil toplum unsurlarının katılımını sağlamaya yönelik programlar iki ana öğeden oluşur ki bunlar:

-Maddi kalkınma,

-Manevi kalkınma programları olarak kategorize edilir.

Evet, sivil katılım programlarının ekonomik yanını maddi kalkınma oluştururken, kültür yanını da din, tarih, folklor gibi moral değerler ve manevi kalkınma öğeleri oluşturur. Şu bir gerçek; maddi ve manevi kalkınmaya yönelik strateji belirlerken “metot, program, faaliyet, uygulama ve devamlılık” ilkelerine uyulması noktasında çok büyük gayret içerisinde seferber olmak gerekir. Ki, bu noktada topluma rehberlik edecek donanımda akil adamlarına çok büyük iş düşmektedir. Sadece akil adamlarına mı, hiç kuşkusuz bunların yanı sıra sivil toplum unsurları içerisinde yer alan ehlisünnet cemaat önderlerine de çok büyük iş düşmekte. Sonuçta ister akil adamlar olsun, ister cemaat önderleri olsun toplum aydınlanması için vardırlar. Ancak toplumsal aydınlanmaya yönelik maddi ve manevi sosyal projelerin hayata geçirilmesinde acele etmemek gerekir, projelerin devreye sokulmasında aşama aşama gelişim kaydetmekte fayda vardır. Zira alelacele yapılacak olan yenilikler faydadan çok zarar getirebiliyor. Dolayısıyla gerçekleşmesi gereken yeniliğin toplum nezdinde öncelikle ‘fark’ edilirliğinin sağlanması, akabinde toplumun ‘ilgisini’ celb edecek noktaya getirilmesi, sonrasında ‘toplum mutabakatının’ gerçekleştirilmesi ve en nihayetinde ‘uygulama’ aşamasına geçişle süreç tamamlanmalıdır. Derken tüm bu aşamaların neticesinde toplum üzerinde değişimin geçici olarak değil kalıcı etki oluşturduğu görülecektir. Böylece kazanan statükoculuk değil, değişim olacaktır.

Sakın ola ki, toplumun maddi ve manevi kalkınmasında din âlimine, pedagoji uzmanına, doktora, sosyolog ve psikoloğa ne gerek vardır demeyin, bilakis bunlar toplumun kalkınmasında ışık feneri olacak rehber unsurlardır. Hem nasıl rehber unsurlar olmasın ki, düşünsenize her biri kendi alanında söz konusu ihtisas elemanların rehberliğinde din, ahlâk, maneviyat, hukuk ve sosyal hayat anlam kazanacağı gibi sosyal çevrede değişime uğrayıp anlam kazanacaktır. Peki, değişim ve dönüşümde sadece ihtisas elemanları mı rehber unsurlardır, elbette ki cemaat önderleri de rehber unsurlardır. Ancak cemaat önderleri bulundukları konum itibariyle sadece cemaat olarak stabil kalmamalı, cemaat oluşumundan cemiyet oluşumuna da geçiş yapmaları gerekir. Hatta cemiyet olaraktan da yerinde stabil kalmamalı, daha da üst birime geçiş için toplumun tüm unsurlarıyla hemhal olup ‘Millet-i İbrahim’ olmaları da gerekir. Tabii ‘Millet-i İbrahim’ derken Türkü, Kürdü, Çerkez'i, Laz'ı vs. tüm etnik unsurların hepsini kapsayan büyük bir millet dayanışması ve kaynaşmasını, yani kelimenin tam anlamıyla Millet-i İbrahim şemsiyesi altında cem olmuş tek ümmet ve tek millet olmayı kastediyoruz. Ki, bu milleti hâkime olmanın bir gereğidir. Aksi halde ulus devlet mantığıyla çokluk içinde bir olmaya dayalı millet oluşumu gerçekleşemeyip parçalanmaları beraberinde getirecektir. Zaten millete tek tip gömlek giydirmeye çalışan bir anlayış bizim kabulümüz olamaz. Bakmayın siz öyle ulusalcıların ikide bir halkçılıktan ve demokratlıktan dem vurmalarına, aslında onların halkçılığı milletin tamamına tek tip gömlek giydirme halkçılığıdır. Demokratlığı ise lafta demokratlıktır zaten. Onların halkçılığını mesela Susurluk skandalı bahanesiyle tencere tava çalma ışık kapatma eylemlerinden ve Taksimde Gezi parkının yıkımını engellemek için güya çevreci duyarlılıkla başlattıkları yakıp yıkma eylemlerinden biliriz. Güya görünürde sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemi veya tencere tava türünden gösterilerle sanırsınız ki halk adına sivil inisiyatif direnişi yapmaktalar, oysaki kökü dışarıyla bağlantılı dogma ideolojilerini galebe çaldırıp halka sırtını dayamış hükümeti yıkmaya yönelik provokatif başkaldırışıdır bu. Ki, bunu halkın kendi kökleriyle barışık idarecileri iktidara taşımasından tutunda bizatihi kendi içinde kurdukları sivil toplum kuruluşları kanalıyla doğrudan ülke idaresine katkı sunmalarının vermiş olduğu tedirginliklerinden biliyoruz. Hele halkımız doğrudan sivil hayatta aktif rol alıp kendi sivil katılımcı STK’larını oluşturdukça onlar sırça köşklerde eskisi kadar rahat uyuyamayacakları her hallerinden belli ediyor zaten. Kaldı ki korkunun ecele faydası yok, sivil katılım gerçeğinden nereye kadar kaçılabilir ki. Artık halkı tepeden yönlendirme ve yönetme devirleri gerilerde kaldı, dolayısıyla şimdi tencere-tava-teneke çalmayla oyalanmak vakti değil, bilakis ülkesine ve devletine isyan etmeksizin taşın altına eline koyup sivil katılım modeli çerçevesinde katkı sunma vaktidir. Dahası günümüzde halkın ‘hadimi’ olarak ortaya çıkan örgütlenmeler baş tacı muamelesi görmelidir. Hem atalarımızın dediği gibi demode olmuş eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı. Dolayısıyla yeni söylem olarak sivil katılım gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Nitekim sivil katılım; toplumun sağlık, tarım, iktisat, eğitim, örgütlenme, hak arayışı gibi tüm meseleleri halletmek için yola çıkılan topyekûn maddi ve manevi kalkınma faaliyetidir. Siz siz olun çok yönlü katılımcı bir anlayışla hayatın hemen her alanında faaliyet içerisinde bulunmak varken, teknolojik hamle yönünde teşkilatlanmak varken, maddi kalkınmaya yönelik çaba sarf etmek varken, milli kültürü yaşamak ve yaşatma gayreti içerisinde bulunmak varken statükocu anlayışa asla pirim vermeyesiniz. Malum sivil katılımcı anlayışında ‘ben’ yerine ‘biz’ şuuru esas alınıp toplum menfaati her daim şahsi çıkarların üstünde bir değerdir. İşte böylesi toplum menfaatini esas alan sivil katılımcı anlayışa dayalı bir modelde köşe dönmecilere, vurgunculara ve bencil bireylere asla yer yoktur, bilakis bu modelde gönüllü fedailer baş tacıdır hep. 

Bilindiği üzere gönüllü fedailer, Türk’ün ‘alp’inin İslam’ın ‘eren’lik vasfıyla mecz olmuş “Alperen” kimliğine karşılık gelen fertlerdir. Bu demektir ki Türk’ün tarihinde dün nasıl ki Ahmed Yesevi Hz.lerinin dergâhına “Alp” kimliği ile gelen fertler erenlikle buluşup ikisinin birleşiminden “Alperen” kimliğine bürünmüş fertler hale gelebilmişlerse, günümüzde de yaşayan başbuğ velilerin kapısına varmakla da “Bir elde Kur’an, diğer elde bilgisayar” donanımlı Alperen fertlerin yeniden oluşması pekâlâ mümkün. Bakınız bu hususta Prof. Dr. Osman Turan; Türk’ün ‘Alp’i, Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin dergâhında “Erenlik” hüviyeti kazanmakla Alperen ve Gazi derviş olduklarını, böylece dergâhta erenlik vasfı kazanan Alp’lerin ileride Osmanlı İmparatorluğu’nun manevi temellerini oluşturduklarını dile getirmiştir. Gerçekten de alp’lik ile erenliğin buluşması sayesinde 200 çadırlık otağdan üç kıtaya uzanan bir Cihan İmparatorluk dönüşümü gerçekleşmiştir. Öyle ya, şayet günümüzde de dert dava madden kalkınmak, manen de aydınlanmaksa, bu dünyada hem maddi cihetiyle alp olmak hem de manevi cihetiyle eren olmak gerekir ki aydınlık yarınlar bizim olsun. Zaten karanlık dehlizlerde ışık aramak boşa zaman kaybıdır.

Şöyle tarihimize bir göz attığımızda medeniyet perspektifimizin insan merkezli olarak Nizam-ı âleme kanatlandığımızı görürüz. İyi ki de İslam öncesi Türk’ün kuru cihangirlik davası İslam’ı kabulü sonrasında “İlay’ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem” davasına dönüşebilmiştir. Derken bu sayede sadece Türk’ün Alp’leri değil tüm insanlıkta bizim medeniyetimizden istifade edip soluklanabilmiştir. Nitekim Osmanlı daha ilk kuruluşunda işi baştan sıkı tutup sivil katılım teşkilatlanmalarıyla medeniyet oluşumunda seferber olmuş da. Örnek mi? İşte Osman Gazi’nin devletin kuruluşunda o günkü Osmanlı katılımcı teşkilat yapısının;

- Gaziyan-ı Rûm,

- Ahıyan-ı Rûm,

- Bacıyan-ı Rûm, 

-Abdalan-ı Rum’un öncü toplum liderleriyle beraber hareket etmesi bunun bariz sivil katılım örneğini teşkil eder. Derken bu müthiş sivil katılımcı teşkilatlanma yapısı sayesinde üç kıtaya açılıp gittiğimiz yerlerde toplumun tüm kesimleriyle nasıl ünsiyet kurulabileceğinin ve nasıl tek yürek olunacağının dersini tüm cihana vermişiz de. 

Öyle anlaşılıyor ki, Sivil katılım modeli köklü tarihi teşkilatçı geleneğimizi bünyesinde barındıran bir model olma özelliği ile dikkat çekmekte. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, sonuçta sivil katılım modeli insanın herhangi bir teşkilatlanma yapısı içerisinde kendini madden ve manen donanımlı kılma ve şahsiyetini bulma programıdır. Ne var ki eski Türkiye yüzyılının büyük bir zaman diliminde ülke genelinde avam kültürünün egemen olma hasebiyle insanımızın sivil katılım teşkilatlanma yönünden donanımsız kılmıştır. Hiç kuşkusuz donanımsız kalışımızda adeta kapalı kutu içerisinde kapalı kalmaya mahkûm edilişimizin çok büyük payı vardır. Düşünsenize Tanzimat’tan beri izlenen batılılaşma politikaları neticesinde toplumun teşkilatçılık yanı körelip böylece teşkilatçı özelliğimiz ve yapımız işlemez hale gelmiştir. Malumunuz 2002 öncesi Türkiye'sinde avam kültürünün yansıması olarak kahvehanelerde, birahanelerde, parklarda, otellerde, sokaklarda ömrünü avamlaştıran insan yığınlarının varlığına şahit olduk. Yetmedi ülkemiz gerek liyakatten yoksun ehil olmayan bürokratik kadroların güdümünde gerekse halkla seçimden seçime iletişim kuran partilerin güdümünde oyuncak hale getirilip geleceğimizin heba edildiğine şahit olduk. Derken vesayetin gölgesinde oyuncak hale getirilişimizin neticesinde halkın teşkilatlanmasına fırsat tanınmamıştır. O halde şimdi tam da bu noktada sormak gerekir: teşkilatlanması engellenen böylesi bir toplumdan başka ne bekleyebilirdik ki? Maalesef epey zamandır ülkemizde halkımız “oy deposu” olarak görülmüştür. İşte bu bakış açısıyla halkın bir kullanımlık kâğıt mendil muamelesi gördüğü şuradan besbelliydi ki; oy işlemi bittiğinde bir başka seçime kadar halkı ne hatırlayan oluyordu ne de soran. 

Evet, halkımızın geçmişten günümüze teşkilatlanmasına fırsat tanımaksızın yalnızlık psikozuna bu şekilde düşürülmüştür. Oysaki halkın ülkenin idaresini üstlenen yöneticilerden belli başlı beklentisi: 

-Mesleki bilgi edinmek,

-Çocuklarına iyi bir gelecek kurmak ve tüm eğitim imkânlarından sonuna kadar yararlanmak,

- Kişi başına düşen milli gelirden adil pay almak, 

- Örgütlü toplum olmak,

-Ülke yönetiminde söz sahibi ve karar verici konumda olmak gibi temel haklarını kazanmaktı. 

Maalesef halkın beklentileri karşılamaktan aciz idarecilerin topluma yabancı kalması ülkemizin genelinde çok derin onarılmaz yaralar açmıştır. İşte bu ve buna benzer saiklerle devlet erkânı ile halk arasında git gide açılan derin yaralar bizi istikrarsız ülke haline getirmiştir. Birde toplumun geçmişte geleneksel yapı içerisinde kırsal alanlardan şehirlere göç ettiğinde çarpık şehirleşme ve kültürel yozlaşma problemiyle karşılaşması da kanayan yara üzerine tuz biber ekmiştir. Hele hele sanayileşme ve bilgi teknolojileri hız kazandıkça geleneksel yapılarını korumaya çalışan köyden kente göç eden bu insanlar kalabalıklar içerisinde kendilerini yalnız hissetmişlerdir. Öyle ki onlar için şehir adeta zindan şehir olarak algılanmıştır. Gerçekten de bu gün gelinen noktada şehirlerimizin haline baktığımızda o özlem duyulan fazıl şehirlerden artık eser kalmadı dersek yeridir. Belli ki, köprünün altından çok sular akmış, bilhassa sanayileşmenin getirdiği kültürel şoklar kişisel egoların ağır bastığı bir tablo ortaya koymuştur. Anlaşılan her çağın kendine özgü problemleri söz konusu. Önemli olan her çağda karşılaşılacak olan problemlerin üstesinden gelebilmek çok mühimdir. Madem öyle çağımızın hastalığı diyebileceğimiz şu an yaşadığımız ruhi boşluğa ve ruhi bunalıma son vermek gerekir. Bunun içinde kültürel faaliyetlere ağırlık vermek önceliğimiz olmalıdır. Şu bir gerçek çağımızda bireyi yalnızlıktan kurtaracak manevi iklim oluşturmak şart olmanın ötesinde vazife de.

Evet! Aristoteles; ‘Tabiat boşluk kabul etmez’ derken, belli ki bu sözü boşa söylememiş. Baksanıza çağımızda ne sevgi kalmış ne de vicdan, sanki dünyanın sonuna geldik gibi. Adalet, hak hukuk desen hak getire. Nitekim yediden yetmişe hemen herkes adaleti olmayan böyle bir dünyadan sakınır oldu. Ne diyelim, tüm insanlık kültürel ve moral değerlerle donatılmazsa olacağı buydu. Her şeye rağmen sıkışmış olduğumuz bu cendere içerisinde yine de büsbütün ümidini yitirmeyip bunalımdan çıkmanın arayışı içerisine koyulan insanlarımızın varlığı az buz değil elbet. Nitekim Menzil şehirlerden uzak bir köy olmasına rağmen, bir kısım insanımızın arayış içerisinde ruhunun susuzluğunu gidermek adına hiç üşenmeden kilometrelerce yol kat edip ruhen huzur bulabileceği ve kendini kültürel ve manevi moral değerlerle donatabileceği bir mekân olarak tercih etmesi artık bir sır değil elbet. Nitekim burası insanların nefsiyle baş başa yalnızlıktan kurtulup kardeşçe bir arada aynı çorbaya kaşık çalındığı sosyalleşmenin sağlandığı mekânın adıdır. Dahası burası dili, rengi ve etnik kökeni her ne olursa olsun farklı kültürde insanların bir arada kardeşçe nasıl yaşanabileceğinin sivil katılımı uygulamasının küçük bir örneğinin yaşandığı mekândır. Kelimenin tam anlamıyla Türkiye’nin dört bir yanından katıla katıla gelen insanları aynı halkada buluşturan mekânın adı bir köydür. Belli ki katılım gücü manevi etkisinde gizli. Menzilin manevi atmosferi her türden insanı etkisi altına almanın yanı sıra aynı halkada kardeş olmayı da beraberinde getirmekte. Menzilin öyle bir manevi çekim gücü vardır ki, hele insanların ayağı buraya bir düşmeye görsün, bir daha o insanlar ne mümkün ki buradan bağını koparmış olsun. Hem nasıl bağını koparmış olsun ki, bikere her şeyden önce buraya gelen kumarbazın ellerini yıkayıp abdest almaya başladığı, gelen ateistin “Allah” deyip yeni bir hayata adım attığı, gelen sarhoşun şişeyi taşa çalıp içkiye veda ettiği bir mekân olarak dikkat çekmekte. Dolayısıyla Menzilde yaşanan böylesi manevi atmosferi ne akılla ne de kitapla izah etmek mümkündür. Düşünsenize burada insanların aynı hatme halkasına oturuşunda kardeş olmasına hiçbir makam ve mevki hırsı engel olamamakta. Tam aksine kazanılmış statülerin bir anda tevazu zırhına dönüştüğünü görürsünüz Mesela buraya bir ilim adamının yolu düşmüş olsa bir bakmışsın o ilim adamı böylesi manevi atmosferden etkilenip asıl ilmin marifetullah ilmi olduğunun farkına varır hale gelebiliyor. Kelimenin tam anlamıyla Menzil köyü sözle, kalemle, kitapla izah edilecek gibi değil, ancak yaşayarak anlaşılan bir mekândır. Burada ast üst birbirine harman olmuş durumda. Öyle ki bu mekânda aynı kazan ve aynı çanaktan çorba içip hemhal olmak vardır. Hatta yediden yetmişe her kesimden insanın tek halkada çokluk içinde bir olmak vardır. Yeter ki o manevi atmosfer teneffüs edilsin, bak o zaman tek sermayenin sevgi ve aşk olduğu hissedilecektir. Zaten sevgiyle, aşkla fethedilemeyecek kale yoktur. Bakınız Hz. Mevlâna kendi döneminde “Ne olursan ol yine gel” mesajıyla konumlandığı kendi mekânında bir değişik katılımcılık örneği sergilemiş büyük bir zattır. Yunus Emre de; “Yaradılanı sev Yaradan’dan ötürü” deyip tüm insanlığa sevgi aşılamış dervişimizdir. Hele şükür günümüzde de Gavs-ı Bilvanisi Şeyh Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s)’in adına ikinci Buhara dediği Menzil köyü de tıpkı Mevlana’ca ve Yunusça tüm insanlığa soluk olacak konumda bir mekândır. Menzil köyüne de bu yakışır zaten. Nitekim bir gün yolunuz düşüp Menzile gittiğinizde insanların rengine, kılığına kıyafetine bakılmaksızın Mevlana’ca ne olursan ol yine gel denilip toplumsal aydınlanmaya çok büyük katkı veren bir mekân olduğu görülecektir. 

Unutmayalım ki, dış dünyanın da kendine göre aydınlanacağı kapıları vardır. Mesela Japonya’yı ayağa kaldıran sadece yaptığı teknolojik hamleleri değildi elbet, teknolojik hamlelerin yanı sıra Japon ideali ve cemaat yapısı da kalkınmalarında en önemli etken unsur olmuştur. Böylece Japonya teknolojik bakımdan modern, sosyal yönden ise feodal bir toplum olarak çağa mührünü vurmuştur. Hiç kuşkusuz Japonya’nın çağa mührünü vuracak konuma gelmelerinde bir kere her şeyden önce Meiji ve Tokugawa devrine ait söylemleri sentezleyip aynı ortak paydada birleştirmelerinin de çok büyük katkı payı var elbet. Malumunuz biri uygarlık ve aydınlanmayı teşvik edici söylemleri içerirken diğeri de muhafazakârlığı teşvik edici söylemleri içermektedir. Derken Japonlar kendi öz kültürlerinden taviz vermeksizin bu iki söylemi sentezlemeleri sayesinde uygarlık yolunda süper güçlerle boy ölçüşür konuma gelebilmiştir. İşte örneğini verdiğimiz Japonların bu iki söylemini aynı potada buluşturup sentezlemesinden hareketle, bizim ülkemizde de kendi öz kültüründen taviz vermeksizin uygarlık yolunda ilerleyip çağ atlayabiliriz pekâlâ. Belli ki artık eski Türkiye’nin bir zamanlar yaşadığımız o içe kapanık ve kendi insanıyla barışık olmayan uygulamalarla bir yere varılamayacağını anlamamız gerekir. O halde daha ne duruyoruz, bari hiç olmazsa Yeni Türkiye yüzyılını elimizden avucumuzdan kaçırmadan bir an evvel topyekûn kalkınmaya yönelik sivil katılım projelerini hayata geçirip modern dünyanın en üst seviyesine ulaşabilecek hamleyle çağlar üstü kanatlanmak için çaba sarf etmemiz gerekir. Öyle ya, madem Almanya, Japonya, II. Cihan Savaşı’nın harabeleri altında çıkıp atağa geçebilmişler, bizim ülkemizde diriliş muştusuyla neden atağa geçmesin ki. Üstelik ülke olarak bizim batıya göre çok daha zengin medeniyet perspektifine ve zengin kültür birikimine sahip avantalığımız söz konusudur. Dolayısıyla bu avantajımızı çok iyi kullanarak tez elden kendi özümüze dönüp çağlar üzerinden sıçramamız gerekir. 

Vesselam.