Hz. Ali (k.v), Cemel vakasından sonra Ümmet-i Muhammed’in birliği ve dirliğini sağlamak maksadıyla Suriye’ye yöneldiğinde ilk uğrak yeri Basra istikametidir. Malum Basra’da işleri hal yoluna koyduktan sonra bu kez Kufe istikametine doğru yönelip Şam’a yakın bir yerde konaklar. Hiç kuşkusuz buraya konaklama öylesine sıradan bir konaklama değildi, bilakis burada konaklamakla Muaviye’ye ince bir göndermeyle 'sıra sana da geldi' mesajı verilmiş olunur. Ancak ne var ki, Hz. Muaviye bu mesajı görmezden gelip her zaman ki gibi Hz. Ali (k.v)’e biat etmeyecektir. Hatta kendisiyle istişare edilmesi yönünde taleplere kayıtsız kalıp tüm müzakere yollarını kapatmayı yeğler. İster istemez bu hal vaziyet içerisinde Cemel vakasından bir yıl sonra kılıçlar kınından çıkıp her iki ordu da Sıffin ovasında karşı karşıya gelmiş olur. Aslında bu karşı karşıya geliş bir anlamda Emeviliğin Haşimiliğe olan başkaldırışı bir karşılamadır. Ve o an gelip çattığında her iki tarafta Sıffin ovasında ne için savaştıklarının bilincinde olmaksızın göğüs göğüsse girişilen bu muharebede tarihe çok büyük kayıpların yaşandığı bir vaka olarak geçecektir. Böylelikle Resulullah (s.a.v)’in daha hayatta iken söylediği; “Ya Ali ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine çarpışacaksın” diye beyan buyurduğu mucizevî hadis-i şerifin sırrı Sıffin ovasında zahiren vuku bulmuş olur. İşte bu nedenledir ki İslam âlimlerin kahır ekseriyeti Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında kıyasıya geçen bu mücadelenin arka planında yatan ana nedeninin ictihada dayalı bir mücadele olduğunda hemfikir olmuşlardır.
Evet, Sıffın vakası büyük kayıpların yaşandığı bir savaş olmanın ötesinde aynı zamanda Haricilerin Hz. Ali'nin saflarından kopmasını da beraber getiren bir savaştır. Düşünsenize Sıffin vakasına kadar halifeye olan sadakatlerinde kusur eylemeyen Hariciler, savaş meydanında o anda hakemlik meselesinde ihtilafa düşüp Hz. Ali (k.v) ile yollarını o anda ayırabiliyorlar. Hani sırf yollarını ayırsalar bir nebze olsun hadi neyse deriz, ancak bir bakıyorsun muhalif kanatta olurlar. Yetmedi Kur’an’da geçen; “Hüküm Allah’ındır” ayetini Hz. Ali (k.v)’e karşı kalkan olarak kullanacak kadar had hudut bilmez olabiliyorlar. Hz. Ali (k.v) ise haddi hududu aşan bu ifadeler karşısında:
-“Dile getirdiğiniz bu sözlerle aslında emirlik Allah’ındır demek istiyorsunuz. Oysa emirlik olmalı ki, onun vasıtasıyla bütün işler görülebilsin..” diye beyan buyurmakla ayet-i celilenin hakiki manasını yüzlerine karşı ortaya koymuş olur.
Malumunuz Hariciler aynı zamanda iyi Kurrâ ehlidirler, yani Kur’an’ı iyi hıfz etmiş okuyuculardı, ama neye yarardı ki. Bir kere Kur’an’ı hıfz etmiş olarak iyi okumak, ayetlerin mana ve ruhuna vakıf olmak manasına gelmezdi ki. Zaten değil midir ki, onlar Kur'an'ın mana ve ruhundan uzak okuyucular olarak adlarından söz ettirdiler, bu yüzden sırf hıfz etmenin gurur okşayıcılığıyla karşılarına çıkan her kim olursa olsun kâfir ilan etmeyi kendilerine vazife edinmişlerdir hep. Hakeza Haricilere bir bakıyorsun Hz. Ali (k.v)’in safından niye ayrıldıklarını kendilerine sorulduğunda; verdikleri bilgi kıtlığı cevapla; 'Sıffin vakasında hakeme başvurmayı' gerekçe olarak göstereceklerdir. Oysa Hz. Ali (k.v) başlangıçta Kur’an sahifelerinin mızraklara takılmasının bir tuzak olduğunu defalarca telkin etmişliğine rağmen onlar inadım inat Hz. Ali (k.v)’i hakem tayin hususunda kabul etmeye mecbur kılacaklardır. Böylece had hudud bilmezlikleri ve cehaletleri yüzünden tarihin seyri kanlı yılların yaşanmasına evirilecek hadiselere yelken açılmıştır.
Evet, bu tarihi evrilmenin başlangıcında öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali (k.v) hilafet ictihadıyla, Hz. Muaviye'nin de saltanat içtihadıyla giriştikleri bu mücadelenin yanı sıra birde bunun üstüne üstük bedevi (Harici) kılıçlarına maruz kalınan bir süreç yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz Haricilerde bir zamanlar İslam’a samimi ve candan bağlı topluluklardı. Ancak ne var ki sırf samimiyet bir yere kadardır, bilgi sahibi olmakta gerekiyordu. Hatta bugün bile geldiğimiz noktada yaşadığımız kanlı kavgaların perde arkasında besbelli ki koyu cehaletten kaynaklanan bilinçsizlik yatmaktadır.
Kelimenin tam anlamıyla Sıffın vakası Hz. Ali (k.v.)’in hilafet içtihadıyla harekete geçip Hz. Muaviye’nin ise saltanat içtihadıyla karşı karşıya geldiği bir savaştır. Asla iddia edildiği üzere sırf imamlığı elde etmeye yönelik yapılan bir mücadele değildi. Dahası Hz. Ali (k.v)’ın Hz. Osman (r.anh)’ı katledenlerin hemen teslim etmenin yanlış olacağı içtihadında bulunması, Hz. Muaviye’nin ise bir an evvel katillerin cezasının verilmesi gerektiği ictihadın da bulunmasının neticesinde aralarında birtakım olayların vuku bulmasına yol açan bir hadisenin adıdır dersek yeridir.
Fitne odakları Sıffin vakasından bekledikleri neticeden pek tatmin etmemiş olsalar gerek ki, fitne başı Abdullah bin Sebe, savaş sonrası bu kez yeni bir planı devreye koymak için kolları sıvayacaktır. Bu sefer ki senaryoda Ehl-i beyt muhabbetini istismara yönelik bir eylem planı yapmak vardır. Nitekim yürürlüğe konulan plan gereği İbn-i Sebe tarafından kışkırtılan bir grup Hz. Ali’nin huzuruna çıka gelip:
-“Sen Rabbimizsin, ilahımızsın..” deme cüretini gösterebilmişlerdir. Tabii Hz. Ali (k.v) bu durum karşısında İbn-i Sebe’nin ordu içinde taraftarlarının çokluğundan hareketle fitnenin önüne geçmek maksadıyla onu öldürmek yerine, sadece Medayin’e sürmekle yetinmiştir. Ancak İbn-i Sebe sürgün gittiği yerlerde de boş durmayacaktır. Hatta vaktiyle Hz. Ali (k.v)’den kaçan birtakım Harici gruplarıyla ve reisleri Şureyh b. Evfa ile de görüşmeleri ihmal etmez. Zaten her ne oluyorsa bu görüşmelerden sonra Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Hz. Amr İbnü'l As hakkında suikast tertibi kararı da alınır bile. Derken Muharrem ayının on yedinci günü üç suikastçı yola çıkarıldığında takdiri ilahi bu ya; Hz. Muaviye ve Hz. Amr İbnü'l As bu suikast girişiminden kıl payı kurtulmuş olurken, Hz. Ali (k.v) ise İbn-i Mülcem isimli suikastçının zehirli kılıcına maruz kalıp hasta yatağa düşecektir. Zehirli kılıca maruz kalması da gayet tabiidir. Çünkü hilafet müessesinin gereği yanında Hz. Muaviye‘nin saltanat tarzı yaver türünden koruması yoktu. Derken hasta yatağında kendisine;
-“Hz. Hasan’a biat edelim mi?” sualini sorduklarında cevaben şöyle der:
-“Size bunu ne tavsiye ederim, ne de yapmayın derim.”
Aslında bu sözlerle aynı zamanda hilafetin seçimle olabileceği imasında bulunmuş olur.
Hz. Ali (k.v), Allah Resulünün beyan buyurduğu veçhiyle tenzilin tevili mücadelesinde şehit düşüp Hakka yürümüştür. Ancak ahrete irtihalinin ardından fitne güruhu yine boş durmayıp, bu kez Hicretin 39. yılında (Miladi 660) hac mevsiminde İbn-i Sebe’nin telkinleri doğrultusunda bir grup Haricinin aldığı kararla naaşına hulul, yani Allah’ın varlığa tecellisi anlamında ‘ulûhiyet’ sıfatı isnat edilecektir. Düşünsenize “Her nefis ölümü tadacaktır” ilahi emrin hilafına mevta olmuş bedene Yüce Allah’ın sıfatlarının tümünün intikal edip birleşmesi anlamında hulul isnat edilerek Müberra Dinimize aykırılıkta ölçü tanınmayacaktır. Böylece ulûhiyet isnad edilmekle Şiiliğin tohumları ekilmiş olur.
Peki ya Muaviye? O da malum, Hz. Ali’nin şehit olmasının ardından o’na olan husumetini mescitlerde Hz. Ali’ye reddiyeyle başlayan hutbelerle karşıt tutumunu sürdürecektir. İşte Hz. Hasan, Muaviye’nin bu inadım inat tutumu karşısında tıpkı babası gibi ümmetin birlik ve dirlik hassasiyeti bir karakter haleti ruhiye içerisinde halifeliği Muaviye’ye devredecektir. Böylece temel amacının nefsi hesaplaşma olmadığı, hatta temel amacının Hz. Osman (r.a)’ın katillerinin kanı kanla yıkama davası olmadığı, asıl temel amacının birlik ve dirlik için hilafetin baki kalması davası olduğunun mesajını vermiş olur. Ve verdiği bu anlamlı ince bir mesajla tüm ihtilafların bitmesi noktasında bir tavır ortaya koymuş olur. Zaten hilafeti devretmekle Allah Resulü (s.a.v) hayatta iken; “Benden sonra halifelik otuz senedir ondan sonrası mülktür” diye beyan buyurduğu mülk (saltanat) dönemlerinin eşiğine gelinmiş olunur da. Nitekim Tarihçi Corci Zeydan bu hususta Hilafetin babadan oğula geçiş sürecinin Hz. Muaviye tarafından başlatıldığını, esasen İslam'da hilafetin seçime dayalı bir makam olduğunu dile getirmekle hadis-i şerifin tecellisini teyit etmiş olur. Zira Allah Resulünden sonra dünyevi liderliğe ashabın reyi ile sırasıyla Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali seçilerek halife olmuşlardı.
Hâsılı kelam; Allah Resulü (s.a.v)’in ; “Ey Ali ben Kur’an'ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele edeceksin” diye beyan buyurduğu devir bu şekilde tamamlanmış olur.
Kerbala
Fitne olayının zirveye ulaştığı noktada diyebileceğimiz bir diğer hadise ise hiç kuşkusuz Kerbelâ vakasıdır. Aslında vuku bulan bu hadise ictihadi meseleden kaynaklı olmayıp, doğrudan Emevi ırkçılığına karşı gösterilen bir tepkinin sonucu ortaya çıkan bir vakıadır. Yani vakıanın temelinde din ve milliyet çatışması söz konusudur. Nitekim Said Nursî Hz.leri bu mevzuda şöyle der: “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emeviler’e karşı mücadeleleri ise din ve devlet muharebesi idi. Yani Emeviler Devlet-i İslâmiye’yi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip Rabıta-ı İslâmiyet’i, Rabıta-ı milletten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler... Rabıta-i diniyye yerine Rabıta-i millet ikame edilemez; edilirse adalet edilmez, hakkaniyet gider” (a.g.e. Sh.55).
Gerçekten de Said Nursi Hz.lerinin dile getirdiği beyanlarından da anlaşıldığı üzere asabiyetçiliğin veya ırkçılığın zarar boyutu Müslümanlar arasında o kadar onarılmaz yaralar açtı ki netice malum, Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezid zulmüne maruz kalıp şehit olmuşlardır. Öyle ki, yürekleri dağlayan bu elim hadise Müslümanlar arasında ciddi boyutta ayrılıklara yol açmıştır. Hatta tarihi süreç içerisinde gelinen noktada bile halen Sünni-Şii ayırımı yapılaraktan tarafların birbirine karşı ön yargıya dayalı suçlamaları hız kesmiş sayılmaz da. Oysa hiçbir Sünni aile bugüne kadar Kerbala hadisesinde Yezid zulmünden yana bir tavır sergilediği görülmediği gibi hiçbir Sünni aile çocuklarına asla ‘Yezid’ ismi de vermiş değildir. Bilakis Ehl-i beyte olan sevgine binaen Sünni aileler çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin sıkça verilen isimler arasındadır. Bu demektir ki bizim Ehl-i beyte olan muhabbet noktasında Alevilerle herhangi bir ayrı gayrılığımız yoktur. Yeter ki, birbirimize ön yargıyla yaklaşmaksızın tanış olmaya çalışalım, bak o zaman Hünkâr Hac-ı Bektaş Veli’nin “Bir olalım, İri olalım, Diri olalım” diye dile getirdiği söz yerini bulup anlam kazanır da. Hem kaldı ki İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah kılığında aramızda dolaşan tahrikçi unsurların oyununu bozmak için birlik beraberlik içerisinde bulunmaya mecbur olduğumuz gibi kardeş olmak varken birbirimizin kuyusunu kazmak niye?
Hâsılı kelam Bediüzzaman Said Nursî Hz.leri Kerbelâ Vakası hakkında aşağıdaki satırlarda şu tespitte bulunmakla aslında meramımızı şöyle dile getirmiştir:
-“Kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir, onun için onları dünyadan küstürdü, dünyaya karşı alâkaları kalmasın, onların elleri muvakkafat ve sûri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimi bir saltanat-ı maneviyyeye tayin edildiler. Adı valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.” (a.g.e. sh.55)
Devam edecek
