Peygamberimiz (s.a.v)’in dâru’l-bekâya irtihali sonrası imamete layık gördükleri başta Hz. Ali (k.v) olmak üzere iki oğlu Hasan (r.a) ve Hüseyin (r.a) ile torunlarının Allah’ın buyruğu ve Peygamber kavli ile on iki imama iman etmenin dinin bir şartı olarak gören mezhebin adıdır Şiâ.
Ayrıca Şia akımına:
-Peygamberimiz (s.a.v) sonrası halife olarak on iki imamı kabul etmelerine binaen İsnâaşeriyye (on iki imamcılar) ismi,
-Şiâ imamlarına iman etmeyi imanın bir rüknü olarak görmelerine binaen “imâmiyye” ismi,
-Takip ettikleri yola ışık olması babından itikadi, ameli ve muamelat konularında rehber gördükleri İmam Ca’fer-i Sâdık Hz.lerinin yolunu yol bilmelerine binaen “Caferiyye” ismi,
-On ikinci imamın gelişini beklemelerine binaen “Ashabu’l-intizar (bekleyiciler)” ismi,
-On ikinci imamın hayatta var olduğu (kâim olmasına) inancına binaen “Kâimiyye” ismi olarak da addedilmiştir.
Hakeza Şiâ akımına karşıt duruş sergileyen muhalif kanada da “Râfıza ya da Râfiziyye” denmektedir.
Evet, gelinen noktada Şiâ akımının imâmiyeti imanın bir rüknü olarak şart görmekle bu söz konusu mezhebin öğretilerinin Peygamberimiz (s.a.v)’den sonra halef diye addettikleri on iki imama dayanak teşkil eden kaynaklardan beslendiği de apayrı bilinen bir gerçekliktir. Öyle ya, mademki Şiâ akımı kendi beslendikleri kaynaklardan hareketle tarihi süreç içerisinde değişik isimler ı altında bugünlere gelmiş durumda, o halde bu söz konusu akımın Hz. Ali (k.v) ile başlayan silsilede yer alan on iki imamların isimleri neymiş bir görelim:
12 İMÁMİYYE SİLSİLESİ:
1- Hz. Ali (k.v),
2- Hz. Hasan (r.a),
3-Hz. Hüseyin (r.a),
4-Ali b. Hüseyin,
5-Muhammed b. Ali,
6-Cafer b Muhammed (r.a),
7-Musâ b. Cafer (r.a),
8-Ali b. Musâ,
9-Muhammed b. Ali,
10-Ali b. Muhammed,
11-Hasan b. Ali,
12-el-Kâim el-Muntazar.
Hz. Ali (k.v)
Malumunuz ehl-i sünnet ekolünde Hz. Ali (k.v), halifelik makamının Hulefa-i Raşidin halkasının dördüncü sırasında yerini alırken İmâmiyye Şiâ ekolünde ise tam aksine ilk sırada yer alan halifedir. Öyle ki Şiâ ekolüne göre:
-Vahiy nazil olduğunda Hz. Ali (k.v)’in 9 yaşında ilk iman eden çocuk olması,
-Mekke’den Medine’ye hicret edileceği vakit Allah Resulünün yatağında yatıyor olması,
-Tebük Seferi dışında tüm seferlere katılıyor olması,
-Tebük gazvesine seferber olunduğunda bizatihi Peygamberimiz (s.a.v) tarafından Hz. Ali (k.v)’i Medine’de bırakılınca münafıkların; “Bak görüyor musunuz? Ali çok önemli biri olsaydı hiç kuşkusuz arkada bırakılmazdı” türünden dedikodulara muhatap kalmışlığının üzerine hemen apar topar soluğu Allah Resulünün yanında aldığında, Peygamberimiz (s.a.v)’in onun hakkında:
-“Ey Ali! Onlar yalan söylüyorlar. Ben seni arkamda kalanlara bakmak üzere Medine’de bıraktım. Sen Medine’ye dön; ailemde ve kendi ailende benim halifem ol. Ali’nin bana olan nisbeti Harun’un Musa’ya olan nisbeti gibidir” övgüsüne mazhar olması gibi bir dizi güzel hasletleri kendinde toplamış olması imâmiyet iddialarına en temel dayanak teşkil eden deliller olarak gösterilmiştir. Derken Allah Resulü (s.a.v)’in vefatı sonrası Emevî-Haşimi ekseninde gelişen bir takım hadiseler eşliğinde Emevi saltanatının egemen olduğu iklimde İmâmiyye akımının nüksetmesine neden hazır zemin oluşmuştur. İşte bu noktada filizlenmeye başlayan bu akıma itiraz eden unsurlara itibar edilmezken bilhassa Hz. Hüseyin (r.a)’ın şehit edilmesinden sonra nükseden Şiî temayüllere yakın bir kısım unsurlardan:
-Kimi Hz. Ali (k.v) ve Fatıma annemizin evliliğinden doğan çocukların soyundan gelen imamlara itibar ettiğini,
-Kimi Muhammed b. El-Hanefiyye gibi Hz. Ali (k.v)’in Fatıma annemizin vefatı sonrası evlendiği annelerimizin evlatlarının soyundan gelen imamlara itibar ettiğini,
-Kimi başta Abbasiler olmak üzere tamamıyla Hz. Ali (k.v)’in soyunun dışında dedesi Abdülmuttalib’in soyundan gelen imamlara itibar ettiğini,
-Kimi yine başta Abbasiler olmak üzere, Muhtar es-Sekafi’nin yaptığı eylemler nedeniyle mahkûm olduğu hapisten çıkıp Kerbela’da şehit düşen İmam Hüseyin’in öcünü almak için harekâta geçtiği günden başlayarak önce İbnü’l-Hanefiyye soyunu, ardından İbnü’l-Hanefiyye’nin oğlu Ebu Haşim’in vasiyetine uyarak Hz. Ali (k.v)’in soyunun dışında Haşimilerin imamlığına itibar ettiğini,
-Kimi unsurların da her türlü muhalif harekâttan kaçınan ılımlı cenah olarak bilinen “Hasan-Hüseyin-Zeynelâbidîn” çizgisinde yol izleyen silsilede yer alan imamlara itibar ettiğini müşahede etmekteyiz.
Bu arada unutmayalım ki her ne kadar Kerbela vakası sonrası ortaya çıkan Tevvabun ve Muhtar hareketlerinin özünde imâmiyet ve Şiilik davası güdülmese de onların yaptıkları eylemler de Şii eğilimleri tetikleyen unsurlar olarak değerlendirilmiştir.
Hicri birinci asrın son çeyreğine gelindiğinde Haşimîlerin baş tacı halife olarak gördükleri Hz. Ali (k.v)’in Hz. Osman (r.a)’dan üstünlüğünden artık dem vurmayıp bu kez hem Ebubekir (r.a) hem de Ömer (r.a)’dan üstün olduğundan dem vurmaları neticesinde Şiâ akımının doğuşuna neden atmosfer oluşur. Böylece Şiiliğin doğuşuna sebep teşkil eden şartların oluşmasıyla birlikte bu dönemde aşırı (ğulat) denen ilk Şiâ akımlar olarak zuhur edecektir. Nitekim bu söz konusu ğulat akımların başında Beyân b. Sem’an, Muğîre b. Said, Abdullah b. Muaviye gibi meşhur kanaat önderleri gelip, öğretilerini Şiilik ya da sonradan İmâmiyye adı altında halka oluşturan müntesiplerine izleyecekleri yolun esaslarını “vasîlik, imâmet, nass ve tayin” yönünden zihinlerine enjekte ederek öncülük edeceklerdir. Hatta Abbâsîlerin iktidara gelişiyle birlikte Emevîler ile Haşimîler arasında nükseden imamet konusu çekişme alanı olmaktan çıkıp yerine Haşimîlerin kendi aralarında iç meselesine dönüşen farklı bir durum oluşur. Derken hem Peygamberimiz (s.a.v)’in amcası Abbas (r.a)’ın soyundan gelen Abbasoğulları arasında hem de Peygamberimiz (s.a.v)’in diğer amcası aynı zamanda Hz. Ali’nin babası Ebû Talib’in soyundan gelen Alioğulları arasında iç çekişmelere yerini bırakan bir durum vuku bulur. Böylece kimi zaman Alioğullarının “Hasanî silsilesi” kolundan gelen, kimi zamanda “Hüseynî silsilesi” kolundan gelen pek çok meşhur kanaat önderleri imamet iddiasıyla Abbâsî iktidarına başkaldırıp birbirlerinin hasımı hale gelmiş olurlar. Öyle ya, Siz misiniz başkaldıran taraf, tez elden hemen Alioğullarının Abbasi devlet yönetiminden uzaklaştırmasını ve safların yeniden karılmasını beraberinde getiren bir durum ortaya çıkar. Dahası Allah Resulü (s.a.v)’in Fatıma soyundan gelenler diğer Haşimîlerden koparak Alioğulları safını oluşturacaklardır. Hatta Zeydîlerin dışında bir kısım kollar da Hz. Hasan (r.a)’ın soyundan gelen imamları dışlayaraktan öteki olarak görürken, Hz. Hüseyin (r.a)’ın soyundan gelenleri ise tam aksine baş tacı imamlar olarak göreceklerdir. Neyse ki bu söz konusu kollar arasında siyasete bulaşmaksızın tasavvufi meşrepte diyebileceğimiz noktada duruş sergilen bir kesim de Zeynelâbidîn’in oğlu Muhammed Bakır Hz.lerini ve onun oğlu Ca’fer-i Sâdık Hz.lerini kendilerine meşayih imamlar olarak görüp ehlisünnet bir çizgiye yakın bir yol üzere saf tutacaklardır. Zira Hasanoğulları taifesinden bir kesimin Abbasilere karşı girişimde bulundukları başkaldırma eylemleri başarısız olunca, ister istemez Hüseyinoğulları meşayihlerinden Muhammed Bâkır ile oğlu İmam Ca’fer-i Sâdık Hz.lerinin siyasette tamamen uzak ilim, ibadet ve takva hayatı bir yol takip ettikleri görülecektir. Şu da var ki, Muhammed el-Bâkır’ın oğlu İmam Ca’fer-i Sâdık Hz.leri aynı zamanda Nakşibendi tarikatının altın silsilesinin halkasında yer alan meşayihlerindendir. Hakeza Ca’fer-i Sâdık Hz.lerinin annesinin babası Ebû Muhammed Kasım (r.anh)’da Nakşi silsilesinin meşayih sadatlarındandır. Bilindiği üzere Nakşibendiler hafi zikrin Piri Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın meşrebinde bir yol izlerken, diğer ehlisünnet çizgisindeki hak tarikatlarda cehri zikrin Piri Hz. Ali (k.v)’in meşrebinde bir yol izleyeceklerdir. Dolayısıyla Nakşibendilerin izlediği yolda Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’dan şecerenin nisbeti Selman-ı Fârisî (r.a)’a devr olunur. Selman-ı Fârisî (r.a)’da bu yolun esasları sırasıyla Ebû Muhammed Kasım (r.a)’a, ondan da İmam Ca’fer-i Sâdık Hz.lerine devr olunur. Böylece Halidi kolunun Nakşibendiyye silsilesindeki nisbetin devr olduğu noktada İmam Ca’fer-i Sâdık Hz.leri ilk kez bu yolu Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) ve Hz. Ali (k.v)’in nisbetlerini kendinde toplayan öncü bir zat olarak adından söz ettirecektir. Kendisi aynı zamanda İmam-ı Azam'ın üstadıdır da. Öyle ki, İmam-ı Azam onun hakkında şöyle der: "Hayatımın son iki üç senesinde İmam-ı Ca’fer-i Sâdık (r.a)’la görüşebildim ve onu tanımasaydım Numan helak olurdu." Derken İmam Ca’fer-i Sâdık Hz.lerinden bu Nakşibendi tarikatının nisbeti Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’e devr olunur. Her ne kadar Bayezîd-ı Bistâmî (k.s), İmam Ca’fer-i Sâdık Hz.lerini dünya gözüyle görmese de sonuçta ruhani kanaldan terbiye olması hasebiyle üveys yoluyla bu yolun esaslarını üstlenip devr almıştır.
Şu da var ki, her ne kadar İmamiyye’nin isnad ettiği çizgide nükseden farklı yapılardan oluşan birçok oluşumların imamet inancını aşılama çabaları Ca’fer-i Sâdık (r.a) döneminde ortaya çıkmış olsa da onun siyasetten uzak tasavvufi meşrepte bir yol izlemesi Abbasîlerinde gözünden kaçmayıp ona karşı müsamahakâr bir tutumda bulunacaklardır. Hatta Ca’fer-i Sâdık Hz.lerinin etrafında oluşturduğu ilim irfan halkasına ayrıca kelamî ve fıkhî konuların yanı sıra önlerine çıkan birçok meselede akli çözümler üretmekte alakadar olan farklı düşüncede bir kısım fikir kulüpleri de aynı halkaya dâhil olup böylece ilim irfan mektebi halkasından istifade etmiş olacaklardır.
Anlaşılan o ki, imamiyye akımının temel akidelerinden imametin nass ile tayini mevzusunda imamın ilahi sırra vakıf ve gayb âleminden haber alması gerektiği noktada masumiyetine inandıkları imamların sayıca 12’den ibaret olduklarına dair ileri sürülen birçok nazariyeler daha henüz Ca’fer-i Sâdık Hz.lerinin döneminde tartışılır halde netlik kazanmış değildi. Ta ki Ca’fer-i Sâdık (r.a)’ın oğlu Musâ Kâzım dönemine gelinir, işte o zaman masumiyetine inanılan imametin nass’la tayin edildiğinin kabullenmenin yanı sıra Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk ile Hz. Ömer (r.a)’ın halifeliğini reddedip imâmetin erkek çocukların yaşça büyüğünün hakkı olduğu gibi konular tartışılaraktan gün yüzüne çıkmış olur. Öyle ki, gün yüzüne çıkan bu konuların tartışılır hale gelmesiyle birlikte Musâ Kâzım‘ın ölüp ölmediği hususunda kendi içlerinde üç ayrı fırkaya ayrılıp bunlardan sırasıyla:
-Kat’iyye fırkası onun öldüğünü kabullenip imametin oğlu Ali Rızâ’ya geçtiği iddiasıyla grup oluşturur,
-Vâkıfe fırkası ise imameti Musâ Kâzım ile sınırlandırıp vefatı sonrası imametinin zuhur edeceği güne dek kaim-mehdi olarak devam etiğinden hareketle ölümsüz olduğu iddiasıyla grup oluşturur,
-Hakkında üçüncü fırka diyebileceğimiz bir başka tayfada Musâ Kâzım’ın ölüp ölmediği konusunda karar kılamayanlar olarak tavır sergileyip böylece iki arada bir derede kalarak isimsiz grup oluşturur.
Musâ Kâzım‘ın ölümü sonrası tartışmalar alev ala dursun, Abbasi halifesi Memun’un Ali Rızâ’yı veliaht tayin etmesiyle birlikte imâmiyet düşüncesi etrafında kopan tartışmaların yerini bu kez sükûnet havasına bırakacaktır. Bunun akabinde ise İmâmiyye akımı kendi içinde barındırdığı aşırı (ğulât) fırkalardan koparaktan daha da ılımlı yapıda bir akıma dönüşür. Bu arada ilerisinde İmâmiyye adını alacak olan Şii kolu da, Ali Rızâ’nın imametini nassa ya da bir takım alametlere dayandıraraktan güya kendilerince delillendirmeye çaba sarf edeceklerdir. Ancak ne var ki, Ali Rızâ hicri 203 yılında Horasan’da vefat ettiğinde ardından halef bıraktığı oğlu Muhammed Cevâd daha henüz 7 yaşında çocuk olması hasebiyle şer’an tasarruf ehliyetinin olmayacağı hükmünden hareketle İmamiyye akımı kendi içinde parçalanıp değişik isimler altında fırkalara ayrılacaklardır. Öyle ki Cevâd yanlısı İmâmiler şer’an caiz olmayan bu hükme rağmen onun imâmetliğini neredeyse peygamberlikle eş değer tutup Allah’ın tayin ettiği bir imam olarak göreceklerdir. Yetmedi Kur’an’ın “Biz ona hükmü daha çocuk iken verdik” (el-Kehf:12) ayetini kendi at gözlüğü zaviyelerinden tevil edip delil olarak sunacaklardır. İlginçtir İmam Cevâd’ın imameti hakkında “şer’an caiz değildir” diye koparılan yedi yaş krizi hadisesi, bu kez kendi oğlu Ali el-Hâdî içinde aynı şekilde krize yol açacak bir ortam oluşacaktır. Öyle ya, Ali el-Hâdî’de babası gibi daha henüz akıl baliğ olmayıp yedi yaşında bir çocuk olduğuna göre fırsat bu fırsat denip hemen hakkında ne diye imamete getirilir türünden koparılan yaygaralar sil baştan yeniden sert tartışmalar yol açacaktır. Neyse ki Ali el-Hâdi etrafında koparılan tüm bu tartışmalardan kendince ders çıkarmış olsa gerek ki, hemen sıcağı sıcağına oğlu Seyyid Muhammed’i kendinden sonra halifeliğe geçecek isim olarak vasiyet eder. Ancak hayatta iken oğlunun vefat etmesi üzerine bu kez diğer reşit yaşta ki oğlu Hasan el-Askerî’yi halife olarak vasiyet eyler.
Şimdi bu noktada sormak gerekir; Ali el-Hâdî’nin vefatının ardından vasiyet yerine getirildi mi acaba? Ne mümkün, tam aksine ardından bıraktığı iki evladı arasında yaşanan imamete geçme çekişmesinde Cafer b. Ali vasiyete uymayıp kendisini imâmiyete layık görecektir. İlginçtir gerekçe olarak da kardeşi Hasan el-Askerî’nin erkek çocuğunun olmamasını neden olarak gösterip halifeliğin kendisinin hakkı olduğunu ileri sürecektir. Derken kardeşi Hasan el-Askerî Samarra’nın vefatının ardından imamet konusu bu kez ütopik tartışmalara yol açacak şekilde ilerleyecektir. Öyle ki, güya Hasan el-Askerî’nin “Sakîl” adında bir cariyesi varmışta ondan hamile kaldığı, bunun üzerine mahkeme tarafından verasete konu olacak miras paylaşımı durdurulmuş olur. Abbasî Halifesi Mu’temid, bu durumda ister istemez Sakîl’in hamile olmasına binaen sağlıklı bir şekilde doğum yapması için onu sarayına alır. Ne var ki ilerleyen zamanlarda hamile olmadığı ortaya çıkınca Hasan el-Askerî’nin mirası annesi ile kardeşi Cafer b. Ali arasında taksim edilir. Derken Cafer b. Ali ağabeysinin çocuğunun olmamasından doğan boşluktan meydan ona kalıp imamet davası peşinden koşturacaktır. Ancak Hasan el-Askerî’nin ateşli taraftarları imametin on birinci imamla sonlandığı tezini işleyerek Cafer b. Ali’nin imamet davası gütmesine tepki göstereceklerdir. Hakeza bir başka fırka da Hasan el-Askerî’nin çocuğu olmamasından hareketle zaten imametinin batıl olduğu tezini işleyip Ali el-Hâdî sonrası sahih imamın Cafer b. Ali olduğundan dem vuracaklardır. Hasan el-Askerî’nin taraftarlarının içlerinden bir kesim de vardı ki; onlarda bu tür dedikoduların önünü almak adına Hasan el-Askerî’nin bir sır gibi gizli tutulan bir oğlu olduğunu kendi aralarında fısıldaşacaklardır. Böylece on birinci imam olarak gördükleri Hasan el-Askerî’nin gaybette (gizlide) bir evladı olduğu hakkında fısıldaşan bu grup İsnaaeşeriyye (On İki İmamcılar) olarak adından söz ettirip sonrasında ise mutedil Şiîlerce bu akım “İmâmiyye-İsnaaeşeriyye” ismiyle faaliyet gösterecektir. Zira imamın nassla tayini ilkesi ne hareketin başlangıcında, ne İmam Askeri’nin vefat döneminde vardı ne de on ikinci imamın gayıblara karıştığı iddialarının tartışıldığı dönemlerde. Yani hiçbir şekilde daha henüz ortada “on iki imam” kültü oluşmamıştı. Tâ ki hicri 290’lı yıllarda imamiyet davasının en koyu bir şekilde tartışıldığı günlerin eşiğine gelinir işte o zaman İmâmiyye-İsnaaeşeriyye mezhebinin o yılların atmosferinde ileri sürdüğü fikri kültünün etkisiyle bir anda imamiyet davası daha bir ılıman bir havada mutedil imam kültü şeklinde gün yüzüne çıkmış oldu. Şu da var ki on iki imamın bir bütün olarak silsile halinde isimleriyle ilk rivayetin Ali b. İbrahim el- Kummî’nin Tefsîr’in de yer aldığı bilinen bir gerçekliktir. Her ne kadar tefsirde zikredilen on iki imamla ilgili rivayet edilen ilk ifadeler izaha muhtaç olsa da sonuçta bu ifadeler sırf kum çevresiyle sınırlı kalmayıp uzak bölgelere de sıçrayıp on iki imamla ilgili rivayetler bu kez Küleynî’nin Usûlü’l-Kâfî adlı eseriyle on iki sayısında sabitlenmesini beraberinde getirecektir. Hakeza aynı minvalde ortaya konan rivayetler Numanî, Sadûk ve Tûsi gibi âlimlerin de dikkatinden kaçmayıp yeniden kayıt altına alacaklardır.
Peki, ehl-i sünnet kaynaklarda on iki imam konusu nasıl karşılık bulur derseniz, malumunuz bu hususta Sâhih-i Müslim’de Câbir b. Semure’den rivayet edilen hadis-i şerifte “on iki” rakam ibaresi var olmasına var ama ekinde ‘İmam’ ibaresi yoktur, bilakis ‘Halife’ ibaresi vardır. Şöyle ki Câbir b. Semure’den rivayet edilen hadis-i şerifte Allah Resulü (sa.v)’in İslam Dininin on iki halifeye kadar aziz olmaya devam edeceği beyan buyrulmakta. Ancak ne var ki, Şîa akımınca söz konusu hadis-i şerifte geçen “on iki halife” ibaresi “on iki imam” olarak tevil edilirken, Ehl-i sünnet ekolü âlimleri on iki halifeden maksadın ümmet-i Muhammedin idaresini üstlenmeye namzet “on iki halife” olduğudur. Hakeza Allah Resulü (s.a.v)’in Veda Haccından Medine’ye dönerken, Ĝadîr-i Hum denilen yerde Hz. Ali (k.v) hakkında “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” diye rivayet edilen hadis-i şerifte geçen “mevlâ” ibaresi, Ehli-sünnet âlimlerine göre “imam” manasına değil “veli-dost” manasınadır.” (Bkz. Tirmizi, Menakıb, 19; İbn Mace, Mukaddime, 11; İbn Hanbel, 1/84,118,119)
Hz. Hasan (r.a)
Hz. Hasan (r.anh), Hz. Ali (k.v) ile Fatıma annemizin evliliğinden Medine’de ehlibeyt neslin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. Babasının vefatının ardından Kufe’de gerçekleşen biatla hilâfet makamına geçmesine geçer ama Muaviye hemen ordusunu üzerine salacaktır. Ancak Kufelilerin savaşmaktaki isteksizliği yerinde gören Hz. Hasan (r.a) müzakere kapısını açıp en nihayetinde bazı şartlar çerçevesinde Muaviye ile anlaşıp halifeliği ona devr etmek suretiyle Medine’ye rücu eder. Vefat nedeninin ise çok evlenip boşanmasını fırsat olarak görüp kendi emelleri için kullanmaya kalkışan Yezid b. Muaviye’nin, Hz. Hasan’ın hanımını tepeden tırnağı süsleyip mal mülk ile donatacağı vaadiyle evleneceğinin sözüyle kandırılan Ca’de bint Eş’as bin Kays tarafından zehirlenmesi neticesinde öldüğü rivayet edilip Baki kabristanına defnedildiğidir.
Hz. Hüseyin (r.a)
Hz. Hüseyin (r.anh), Hz. Ali (k.v) ile Fatıma annemizin evliliğinden Medine‘de ehlibeyt neslin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Malumunuz kardeşi Hz. Hasan (r.anh) halifeliği Muaviye’ye devretmişti. Hz. Hüseyin (r.a) ise Muaviye’nin vefatıyla yerine geçen oğlu Yezid’e biat etmeyecektir. Bunun üzerine başta Kufe Şiîleri olmak üzere çok sayıda kabile reisi kendisine yazdıkları mektuplarla Emeviler’in saltanatına son vermesi yönünde harekete geçildiği takdirde kendisine her türlü desteği esirgemeyeceklerini bildirirler. Her ne kadar arkadaşları destek taahhütlerine aldırış etmeyip Kerbela’ya gitmemesi yönünde telkinlerde bulunsalar da kendisine yapılan bu destek çağrılara kayıtsız kalmayıp Muharrem ayının aşûre gününde çıktığı seferde maiyetinde götürdüğü çok az sayıda aile efradıyla birlikte gittiği Kerbala’da hunharca başı gövdesinden ayrılacak şekilde şehit edilir. Kesik başı ise Şam’da ki Yezid’e gönderilirken, gövdesi de köylü ahalince Kerbela’da ki şehit edildiği yere defnedilir.
Zeyne’l Ábidîn
Kendisi son derece takva hayatı yaşaması hasebiyle ibadet edenlerin süsü anlamında Zeyne’l Ábidîn ismiyle ya da imamların atası anlamında Ali Asgar ismiyle gönüllerde taht kuracaktır. Hele ki, Hz. Hüseyin (r.a)’ın soyu Zeyne’l Ábidîn zürriyetinden devam ettiği içindir ki, onun silsilede yer alan diğer imamlardan ayrıcalığı dördüncü imamı olarak daha bambaşka bir kıymet değer anlam ifade edecektir. Nitekim kıymet değer büyük bir zat olduğu şundan besbellidir ki, Kerbela vakası esnasında hasta haliyle savaşa iştirak etmesine müsaade edilmeyip ailesinden sağ kalanlarla birlikte Şam’da ki Yezid’in yanına gönderilir. Burada birkaç gün kaldıktan sonra Medine’ye dönmelerine müsaade edilmiştir. Böylece hayatının geri kalan ömrünü Muhtar’ın ve Abdullah b. Zübeyr’in başkaldıran isyan hareketlerinden ve siyasi atmosferlerden uzak tutaraktan Medine’de ilim ve zühd hayatı yaşayaraktan Allah’a vuslat eyleyip Baki Kabristanında amcası Hasan’ın yanına defnedilir.
Muhammed el-Bâkır
Muhammed el-Bâkır, tıpkı babası Zeyne’l Ábidîn gibi siyasi atmosferden uzak zühd ve takva hayatı yaşayıp Şiâ akımınca oğlu Cafer sadık Hz.leriyle birlikte Şiânın kurucu imamı olarak kabul görüp baş tacı edilir de. Ehl-i sünnet çizgisi Hanefi kaynaklarında ise Muhammed el-Bâkır’ın en gözde talebesinin Ebu Hanife olduğudur. Nitekim hocası yetiştirdiği Ebu Hanife hakkında son derece övgüyle bahsedip ilerisinde büyük fıkıh üstadı olacağının işaretini verip hakkını teslim eder de. Derken Zeyne’l Ábidîn’in de ecel kapısı çalındığında hak vaki olup Baki kabristanına defnolunur.
Ca’fer-i Sâdık Hz.leri
Ca’fer-i Sâdık Hz.leri, Muhammed el-Bâkır Hz.lerinin evladı olarak Medine’de dünyaya gelip o da on iki imam arasında hakkında en çok adından söz ettirmesiyle dikkatleri üzerine çeker. Hem nasıl dikkat odağı olmasın ki, bir kere her şeyden önce Emevîler’in son dönemleri ile Abbasîlerin ilk dönemlerine şahit oluşunun verdiği avantajla edindiği engin tecrübe birikimi ilerisinde onun nasıl hareket etmesi gerektiği noktasında feraset sahibi büyük bir zat olmasına ziyadesiyle yeter artar da. Nitekim fikri yönden bir türlü yıldızı barışamadığı amcası Zeyd b. Ali’nin öldürülmesinden sonra o dönemin gerek siyasi atmosferden uzak kalışı gerekse onun bilhassa ilk iki halife hakkında hüsnü zan tavrının yanı sıra ilk dört halife hakkında olumlu görüşlerinden dolayı bir anda Abbasîlerin şüphece yaklaşımlarından büyük ölçüde kendini azad edebilmiştir. Bu yüzden Suyuti, Ca’fer-i Sâdık Hz.lerinin “Ebû Bekir ve Ömer’i hayırla anmayan kimseden uzağım” dediğini nakletmekten kendini alamaz da. Düşünsenize Cafer es-Sâdık Hz.leri dikkatleri üzerine çeken öyle ilmiyle amil deha bir zattır ki, bizatihi kendisinden istifade etmek için gelenler arasında Ebû Hanife, Malik b. Enes, Vâsıl b. Atâ ve meşhur Kimyacı Câbir b. Hayyân gibi nice bilge şahsiyetlerin kapısını aşındırdığı bilinen bir gerçekliktir. Hakeza Şiiler tarafından hakkında imamların en ulusu ve Şii fıkhını ve itikadını tedvin eden imam olarak da telakki edilir. Hele bilhassa İmâmiyye Şia’sı onu kendilerine referans alaraktan izinde yürüdükleri mezheplerinin adını icabında “Caferiyye mezhebi” olarak isimlendirmekten imtina etmeyeceklerdir. Vefatı hakkında ise Şiilere göre Halife Mansur tarafından zehirlenerek öldürüldüğü yönünde olup babası ve dedesinin yanında defnedildiğidir.
Mûsa el-Kâzım
Mûsa el-Kâzım (Musa b. Cafer), babası Ca’fer-i Sâdık’ın evladı olarak Mekke ile Medine arasında ki Ebva’da dünyaya gelip babasının vefatından sonra Abbasîlerle iyi geçinmenin kendisine kazandırdığı avantajla zaman içerisinde müntesiplerinin çoğalmasıyla bir anda dikkatleri üzerine çekecektir. Hele bir insan dikkatleri üzerine çekmeye bir görsün, bu durum dönemin Halife’sinin kuşkucu yaklaşımıyla onu mesken tuttuğu Medine’den Bağdat’a getirilip bir süreliğine mahkûm edilmesine sebep teşkil edecektir. Tâ ki kendisinden isyan etmeyeceğine dair yemin sözü alınır, ancak o zaman doğup büyüdüğü Medine’ye tekrardan geri dönmüş olur. Keza Harun Reşidin halife olduğu dönem gelip çattığında ise hakkında bir takım ithamlara maruz karşı karşıya kalacaktır. Derken mesken tuttuğu yerde vefat edip torunu Muhammed Cevâd’ın mezarının yanı başına, yani kendi ismiyle müsemma Kâzımeyn denen Bağdat Kureyş mezarlığına defnedilir.
Ali er-Rızâ
Ali er-Rızâ, babası Mûsa el-Kâzım’ın evladı olarak Medine’de dünyaya gelip tıpkı babası gibi siyasetten uzak bir hayat yaşamayı kendine düstur edinmeyi yeğlemesine rağmen Halife Memun tarafından siyasi arenanın içerisine çekilerekten Abbasî tahtına veliaht tayin edilip Horasan’a getirilir. Her ne kadar kendisi babası gibi hapiste ömrünü tüketmese de Şii kaynaklarda hakkında yazılanlara baktığımızda Ali Rızâ’nın yediği zehirli nar ya da halifenin takdim ettiği nar suyundan hastalanıp vefat ettiği rivayet edildiğini görürüz. Cenazesini bizatihi kendisi kıldıran Halife Memun, Tus şehrinin Senabâd köyündeki babası Harun Reşid’in yanına defneder. Bilahare oranın yöre halkı da zaman içerisinde anısını yaşatmak adına cenazesinin defnedildiği yere nispeten şehâdet yeri anlamında Meşhed diye ismiyle yâd edeceklerdir.
Muhammed Cevâd
Muhammed Cevâd Medine doğumludur. Ali er-Rızâ’nın ölümüne çok üzülen Halife Memun, onun soyuna olan hüsnüniyetini vefatından sonrada sürdürüp sekiz yaşında yetim kalan Muhammed’i kızlarından Zeynep ile nikâhlar da. Halife Mu’tasım ise kendi döneminde Medine’de ibadet ve teatle geçiren Muhammed Cevâd’ı ilmine hürmeten Bağdat’a davet edip burada 8-9 ay sonra eceliyle vefat eder.
Ali en-Nakî
Ali en-Nakî Medine doğumludur. Abbasî Halifeleri Mu’tasım ve Vâsık dönemlerinde takva bir hayatla ilim talebesi yetiştirerek geçirir. Ancak Halife Mütevekkil devrinde işler ters gidip kendisine muhalif bir kesim tarafından şikâyete konusu olunca ister istemez Bağdat’a çağrılır durumla karşı karşıya kalır. Ve bir müddet ikamet eyledikten sonra da Samarra’ya gönderilip burada evinde vefat eder.
Hasan el-Askerî
Hasan el-Askerî de Medine doğumlu olup 2-3 yaşlarında babasının mecburi ikamete tabii tutulduğu Samarra’da Abbasi Halifelerinin taraftarlarıyla temas kuramayacak bir şekilde sıkı takip altında hayatını sürdürüp burada vefat eder.
Muhammed el-Mehdî
İmâmiye Şiâsı akımınca kendisine Sahibu’z-zamân, el-Huccet, el-Kâim, el- Mehdî, el-Muntazar, Mehdil-enâm ve Halef lakaplarla gözüyle bakılan Muhammed el-Mehdî güya babası Hasan el-Askerî’nin vefatından sonra evlerindeki mahzene (serdab) saklanarak gözden kaybolup Mehdiliğinin zuhur edeceği güne dek gaybet halinde sağ salim yaşadığına inanılmakta. İşte bu noktada saklı kalışına gaybet hali denilirken, kıyamete yakın zuhur edeceği vakte kadar yaşayacağı zaman dilimine de Gaybet dönemi denip bu dönemde kendi içinde Gaybet-i Suğra (küçük Gaybet) ve Gaybet-i Kübra (büyük Gaybet) olarak kategorize edilir.
Vesselam.