Selim Gürbüzer


HASAN SABBAH’I ALEVİLİKLE İLİŞKİLENDİRMEK AKLA ZİYAN BİR TUTUMDUR

Evet, Alevilikte hasbi taraftarlar Hz. Ali’ye olan derin sevgi ve Ehl-i beyt’e olan büyük bağlılıklarıyla ocaklarıyla, tekkeleriyle ve cemevleriyle birlikte bu günlere gelebilmişlerdir.


         Şiâ’nın hem Kur’an-ı Kerimden sonra en sahih kitap olarak kabul ettiği El-Kâfi adlı eserde geçen On İki İmam konusu, hem de kimi Şia gruplarının İmam Ca’fer-i Sâdık Hz.lerinin ismini de kullanaraktan ileri sürdükleri  'imamet' konusu sanki imanın şart bir rüknüymüş gibi sunulabiliyor. İşte ileri sürülen bu türden iddialar göre;   güya Yüce Allah (c.c) Kur’an’ın gizli manalarını Hz. Ali  (k.v) aracılığıyla  (Cafer ilmi) On İki İmam ve Mehdiye bildirmişte, sonraki imamlarda bu ilme vakıf olmaları hasebiyle de İslam’ın hüccet imamları olarak addedilmişlerdir. Derken bu türden iddialar inanç hale gelip zaman içerisinde dalga dalga yayılış kaydeder de. Nitekim Şiâ ekolünde imamlara yanılmaz sulta imamlar gözüyle bakılması bu hüccet görüşler doğrultusunda şekillenmesini beraberinde getirmiştir.  Hakeza yine bu kitapta   “Mehdi kaim olunca ortaya çıkacak..”  tarzında ifadelere de yer verilir.  Oysaki İslam’da imamın yanılmazlığına ya da hüccet imam oluşuna dair herhangi bir şart koşucu iman etme akidesi yoktur. İslam’da sadece Peygamberler Allah tarafından ismet sıfatıyla vahyin elçileri olarak gönderildiklerine dair iman etme şartı vardır.  Kaldı ki İslam’da dört büyük halife de ashabın toplu kararı (icma'sı) diyebileceğimiz seçimle iş başına gelmiş olduklarından onlarda asla yanılmaz imamlık kültü olgusuyla halife olmuş değillerdir.         

         Ancak gel gör ki; Şiâ’nın Sebiler ve aşırı (ğulât) fırkalardan Gulat-ı Şiâ gibi uç akımlar hâşâ Hz. Ali’ye ulûhiyet isnad edecek kadar aşırıya kaçmışlardır. Diğer Şii gruplarıda üç aşağı beş yukarı şu kanaattedirler;  Hz. Ali’nin imamlığı veya halifeliği Allah tarafından vahiyle belirlenip güya Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer bunu gizleyip halifeliği gasp etmişlerdir.  Hani zırva tevil götürmez ya, aynen öyle de bu tür ipe sapa gelmez ileri sürülen zırva görüşler Sünni siyaset ekolüyle taban tabana zıt görüşlerdir. Üstellik bu zırva teviller ayan beyan bir şekilde “İmamı Allah tayin ediyor” noktasına taşınacak kadar tırmanış kaydedip en nihayetinde   'İmamlar masumdur'  ya da   “İmamlar yanılmaz öncülerdir” kültü inanç sistemi hale gelir de. Oysaki Allah ve Resulünün hakikatleri dışında her şey tartışılmaya muhtaç konulardır.

         Bu arada unutulmaması gereken husus; Şia ekolü ile Aleviliğin birbiriyle birbirinin bire bir aynı özdeş ekol olmadığıdır. Her ne kadar her iki ekolde Hz. Ali’ye bağlılık noktasında aynı ortak paydada birlikte gibi gözükse de uygulamada ciddi anlamda meşrebi ve mezhebi farklılıklar söz konusudur. Örnek mi?  Mesela Şiâ ekolünde mollalar baştacı imam olarak kabul görürken Alevilikte dedeler baş tacı öncü olarak kabul görürler.   Hakeza mekân olarak da birincisi medreseyi mesken tutarken diğeri dergâhı mesken tutmakta,  birinde kitabi oluş esasken diğerinde sazlı sözlü cem olmak esastır.  Peki,  her bir ekolün kendi içinde çeşitliliği söz konusu mu? Evet, her iki ekolünde kendi içinde çeşitliliği söz konusudur. Tıpkı bu durum Alevilik çatısı altında Hz. Ali'yi (k.v) samimi sevenler noktasında kimilerinin Hasbi Alevi oluşu söz konusu iken, kimilerinin de siyasi tarafgirlik noktasında simgesel Ali’siz Alevi oluşları söz konusudur.  Nitekim Hz. Ali'yi sevme noktasında karar kılanlar Ehl-i Beyt sevgisiyle aşırı siyasi mülahazalara kaçmadan Kur’an ve sünnet çizgisine en yakın taife olarak dikkat çekmişlerdir. 

          Peki ya Şia akımının bayraktarlığını yapanlara ne demeli? Malum onlarda işi siyasete dökmüşlerdir.  Aşırılıkta sınır tanımayan bu söz konusu siyaset davası güden Şii taraftarlar ise şeriat çizgisinden ayrılıp ölçüyü kaçırdıkları o kadar net gün gibi ortada duruyor ki; kendi aralarında bile:

        “ -Hariciler,

          -Münafık ve Yahudi dönmeleri,

          -Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin taraftarları,

          -İran’daki Şiiler,

          -İran’da Mecusi dininin ruhanileri” vs. türünden değişik isimler altında fırkalara ayrılmışlardır. Zaten aşırı siyasi taraftar gruplar öteden beri bölük pörçük yığınları andırmışlardır hep. 

           Evet, Alevilikte hasbi taraftarlar Hz. Ali’ye olan derin sevgi ve Ehl-i beyt’e olan büyük bağlılıklarıyla ocaklarıyla, tekkeleriyle ve cemevleriyle birlikte bu günlere gelebilmişlerdir. Bu noktada Ehl-i sünnet kesimle ayrılık ve gayrilikleri yoktur diyebiliriz. Ancak Aleviliğin yanlış yorumlanmasından kaynaklanan kendilerinin din mi, mezhep mi, tarikat mı gibi hangi kategoride olduklarını izah edememek türünden birtakım sıkıntıları söz konusudur. Öyle ya, Alevilik;   halen gelinen noktada bir mezhep midir yoksa bir kültür kodu mudur ya da tarikat mıdır gibi sorular hala kamuoyu önünde tartışılır durumdadır.   Dışardan objektif gözlemimize dayanarak bakıldığında aslında Alevilik ne bir mezhep, ne de bir fırkadır, daha çok sazlı sözlü tasavvufi ekole benzer bir tarikattır diyebiliriz pekâlâ. 

        Hz. Ali’yi sevmek güzeldir elbet, ama sevmenin de bir ölçüsü olmalı. Öyle ki sevmede aşırılığa kaçıldığı gibi bir takım fitne unsurları için istismar alanı olabiliyor.  Nitekim İbn-i Sebe Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri üzerinden istismar edip kendi siyasi emelleri doğrultusunda kullanabilmiştir,  İbn-i Meymun fitnesi ise malum Caferi Sadık ve oğlu İsmail üzerinden kendine istismar alanı bulmuştur. Hiç kuşkusuz içlerinde fitne odağı ve en tahripkâr olan grup İsmailiyye (Bâtıni) grubudur. Hele siyasi mülahazalarla fitne odakları kendilerine istismar alanı bulup dal budak salmaya bir görsün,  hemen bu tarafgirlik dürtüsü zaman içerisinde radikalleşip başta İran fitnesi olmak üzere yirmiden fazla Şii grupların türemesine yol açabiliyor. Bunlar sırasıyla:

     “-Sebeiyye,

      -Kamiliyye,

      -Ulyaniyye,

      -Muğariyye,

      -Hatabiyye,

      -Mensuriyye,

      -Numaniyye,

      -Yunusiyye,

       -Nasriyye,

       -Cenahiyye,

       -Gurabiyye,

       -Zekariyye,

       -Zerramiyye,

       -Mufavvize, 

       -Bedaiyye,

       -Benaniyye,

       -Salihiyye,

        -Süleymaniyye,

      - Carudiyye,

       -İmamiyye

        -İsmailiyye” vs. diye bilinen fırkalardır. 

                                                 Hasan Sabbah

        Öyle ya, madem fitne başı İbn-i Sebe’den bahsediverdik, o halde diğer fitne başı Şii mezhebine bağlı İsmaililiğin alt kolu olan Haşhaşî tarikatının lideri Hasan Sabbah’tan bahsetmemek olmaz.  Zira bu malum şahıs,  Asya’da ilk fitne kazanı kaynatıp,  anarşizmin piri olarak da tarihe geçmiş biridir. O anarşistliğin reisliğini yapmakla kalmamış intihar timi oluşturarak tarikatını müesseseleştirmişte. Öyle ki Selçuklu döneminin fitne elebaşısı Hasan Sabbah, Alamut kalesinde efsunladığı Haşhaşî fedaileriyle İslam âlemini kana bulamak davası gütmüştür hep. Ancak karşısında bu amacının gerçekleşmesi yönünde tek engel olarak gördüğü Selçuklu vardı. İşte bu yüzden Bâtıniler Alamut kalesini Selçukluya karşı karargâh olarak kullanmışlardır hep. Ve bu kale'de tam 33 yıl konuşlanan Hasan Sabbah’ın efsunladığı Haşhaşî fedailer o günün şartlarında adeta ölümüne yemin ederek intihar timleri oluşturup habire etrafa korku salmışlardı.  Hadi etrafa habire sırf korku salsalar pek üzerinde durmayız,  ancak işin çığırından çıkarıp Selçuklunun o meşhur bilge veziri Nizam-ül Mülk'ü şehit edecek kadar gözü kara eylemlerde bulunmuşlardır. İşte devletin kılcal damarlarına kadar sızıp ihanet içerisinde bulunmak böyle bir şeydir.  Hem kaldı ki Hasan Sabbah fitne elebaşısı Hz. Ali (k.v)’e ulûhiyet isnad eden aşırı Gulat fırkasının en ateşli müntesibidir de.  Dolayısıyla böylesi gözü dönmüş müntesipten başka bir şeyde beklenmezdi zaten. Derken gün gelir müntesiplikten Haşhaşî elebaşısı konumuna yükselir,  hemen ilk işi Alamut kalesinde oluşturduğu intikam timi Haşhaşî müritleri üzerinden o sinsi dessas planlarını gerçekleştirmek için çaba sarf edecektir. Neyse ki asrın en büyük âlimlerinden İmamı Gazali Hz.leri,  Selçuklu döneminde doğa geliverir de, bu sayede onun ilmi ışığında İslam dünyası fitne fücur akımların algı operasyonlarından bir nebze de olsun korunabilmiştir. Nitekim İmam-ı Gazali Hz.leri Selçuklunun İslam siyaseti ve nizamına hizmet eden ilmiyle amil bir zat orak adından söz ettirmiştir hep.  Hem kaldı ki Gazali,  fitne odaklarından sırf müfrit Şiiler ve Bâtınilere karşı mücadele vermekle yetinmemiş aynı zamanda pek çok konularda Müslümanların kafasını karıştıracak imanı yönden şüphe girdabının içine düşmüş feylesof tayfalarına karşıda mücadele edip onları ilmiyle tezlerini çürütüp alt etmiş bir zattır. Dahası O,   Müslümanların gözünde ilmi irşadıyla Hüccetü’l İslam âlimi olmayı hak etmiş bir zattır.

        Evet, tarihi olaylar derinlemesine iyi analiz edildiğinde görülecektir ki, Selçuklunun İslam’ın çizdiği ölçüler çerçevesinde izlediği siyaset ve nizam anlayışında kesinlikle ayrılığa ve gayrılığa yer yoktur. Zaten Türk’ler Alevi şeyhi, Sünni şeyhi, seyyid ya da seyyid olmayan ayırmaksızın onların kurdukları tekke ve zaviyelere hürmet gösterip onlar adına habire vakıflar inşa etmiş necip bir millettir. Nitekim Şii âlim Abdülcelil Kazvini; “Cihana hâkim Türkler sayesinde hürriyet ve himaye gördüklerini, Rafızî ve Mülhitlerin bertaraf edildiğini, bütün fenalıkların onların uğurlu kılıçları ile yok edildiğini” tafsilatıyla anlatmaktan kendini alamamıştır. Türklerin tek tahammül edemediği bir husus vardı ki; o da fitne odaklarının ortalığı algı operasyonlarıyla karıştırıp devletine ve milletine ihanet içerisinde bulunanlara tahammülsüzlüğüdür. Maalesef Emeviler’de Selçuklu hoşgörü anlayışını göremiyoruz. Ki; Emeviler izledikleri aşırı ırkçı siyasetleri yüzünden tarih sahnesinde çekildiğinde yerine Abbasiler hükümran devlet olacaktır. Ancak ne var ki, Abbasi Halifeliği de mezhep ve sınıflar arası uçurumları yatıştırmayacaktır. Bu dönemde daha çok dini mülahazalarla birbirinin kuyusunu kazma türünden mücadeleler baş gösterecektir. Derken Selçuklu döneminde müfrit Şii ve Hasan Sabbah türü militan hareketler baş ağrıtırken, Osmanlı döneminde daha çok hoşgörü ortamı göze çarpacaktır.

          Hâsılı, Hz. Ali (k.v)’e ulûhiyet isnad eden İsmaililiğin alt kolu Haşhaşî tarikatının elebaşısı Hasan Sabbah’ı Hz. Ali (k.v)’e ulûhiyet isnad etmeyen Hasbi Alevilikle ilişkilendirmek akla ziyan bir tutum olacaktır.

                                                                                                                   Devam edecek