Sanki bir zamanlar rol model arayışında bizim durumumuz Kara Avrupa ülkelerine daha çok benziyor gibiydi. Çünkü modernlik adına Kara Avrupası ülkeleri kopya edip kendimize model almışız. Öyle ya, madem kendimize bir model seçip kopya edecekmişiz bari hiç olmazsa bari Anglosakson kökenli ülkeleri kopya etseymişiz daha isabetli olurmuş. Zira Anglosakson modeli cumhuriyet sisteminde toplumsal mutabakatı değer kabul eden, bireyi baş tacı yapan, toplum vicdanında kabul gören hukuk anlayışı üzerine kurulu bir model esastır. Şayet dert dava Demokratik Cumhuriyet Devlet olabilmek idiyse, bu tanımlamayı esas alsaydık daha iyi olurdu. Ancak gel gör ki ala ala model olarak kendimize Fransa’yı ölçü almışız. Oysaki Kara Avrupa ülkeleri ile Anglosakson kökenli ülkeleri arasında en bariz fark; birincisi tepeden inmeci bir anlayışla devlet eksenli cumhuriyet ve kamu öncelikli hikmet-i hükümeti esas alan modeli savunurken, ikincisi tabandan tavana yansıyan toplum eksenli modeli savunmaktadır. Her nedense bu iki model arasında bariz ince nüansı fark edememişiz ya da fark etsek bile görmezlikten gelmişiz.
Bilindiği üzere 1789 Fransız ihtilali sonrasında Fransa, toplamda üç kez krallığa son verip tekrar iki kez krallığa geri dönüş yaparken, toplamda dört kez de cumhuriyeti sonlandırıp beşincisini kurmuş bir ülke olmanın yanı sıra dokuz kez de darbe girişimiyle yüzleşmiş konumda bir ülkedir. İşte tüm bu gerçekler ortada iken biz ise Fransa’yı kendimize model olarak kopya etmekten yüksünmemişiz. Elbette ki Fransa’nın kültür hayatına renk katan Descartes, Montesquieu, Voltaire, Balzac ve Sartre vs. gibi filozoflara bizim bir sözümüz olamaz. Zaten onların her biri hür düşüncenin kaleleri aydınlardır. Şayet kültürel yönden aydınlatıcı rol üstlenmiş böylesi deha çapında engin düşünce adamlarının Fransa’sını örnek alsaydık şimdiye kadar fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür neslin yetişmesini çoktan gerçekleştirmiş olurduk.
Örnek aldığımız Fransa’nın demokrasi siciline baktığımızda Fransa’da devlet her alanda varlığını hissettirdiği için bir türlü gerçek anlamda demokratik cumhuriyet yapılanmasına geçiş yapamadıklarını görürüz. Her ne kadar Fransa ikide bir ruhban sınıfına açtığı savaşı kazanmakla övüne dursalar da, bu seferde aklı dinden soyutlamakla aklı karaya oturtmuş oldular. Özellikle Napolyon döneminde dine ait olan her şeyi dışlamak meziyet addedilip gelinen noktada bile Napolyon’dan kalan bu ayırımcı izler halen devam etmekte de. Öyle ki Fransız ihtilali sonrası iktidara gelen Napolyon’un gerek kendi döneminde gerekse kendinden sonra ki Fransa’ya bıraktığı ayrılıkçı izlere baktığımızda şu an ki ulus devlet temelli siyasi yapılanmanın ırkçılığı, soykırımı, din savaşlarını ve yabancı düşmanlığını beraberinde getirdiğini görürüz. Zaten barbarlık Fransa’nın genetik kodlarında var olduğunda buna şaşmamak gerekir. Nasıl mı? Malum Fransızların ataları Franklar Tuna boyu Macaristan civarını mesken tutmuş barbar kavmin ataları olarak bilinirler. İşte Roma imparatorluğu onların bu barbarlıklarına binaen Akdeniz’e inmelerini yasak getirip sadece onları uçbeyi konumunda bulunmak şartıyla vergiden muaf tutmuştur. Nitekim Frank vergiden muaf tutulan manasına gelen bir ibaredir. Ta ki Roma imparatorluğu çöküşe geçer ancak o zaman Romalıların Galya dedikleri toprakları Fransız kültürüyle yoğurup Fransa adıyla kendilerine yurt edinirler. Evet, Franklar Galya’yı (günümüz Fransa’yı) yurt edinip kendilerine vatan kıldılar kılmasına ama buralarda çok ciddi manada meşruiyet sorunu yaşayacaklardır. Çünkü Roma imparatorluğu yıkıldığında ardından halef bırakmaksızın yıkılıp gitmişti ki ortada sadece kral çıplak misali Bizans kala kalmıştı. Dolayısıyla barbar Franklar bu durumda Bizans’la da bir türlü tarihi bağ kuramıyorlardı. İster istemez kendilerine meşruiyet kazandırmak için o günün gözde ülkeleriyle bağ kurabilme adına habire efsaneler üretme ihtiyacı duyacaklardır. Şöyle ki;
-Bir bakıyorsun Şair Vergilius’un “Aeneis” adlı şaheserinin konusu aynı zamanda Romanın tanınan Aeneas adıyla meşhur kahramana bir yeğen uydurup adını Francion koymak suretiyle Fransızların atası olarak lanse ederekten bağ kurmaya çalışacaklardır. Böylece Antik çağın en uygar devleti olarak adından söz ettiren Truva’nın hükümdar ailesiyle kendi kendilerine güvey olaraktan soy bağı kurmuş almış oluyorlardı..
-Yine bir bakıyorsun soyağaçlarına meşruiyet kazandırmak adına İskender’den tutunda Turcus’a kadar daha pek çok ismi de soy kütüklerine eklemeyi ihmal etmeyeceklerdir. Bu arada biz Türkleri de unutmayıp güya bizim atamız olarak ye niteledikleri Turcus’u da kendilerine kuzen ya da yeğen olarak uydurmayı ihmal etmeyeceklerdir. Tabii bu durum Tarihçi İbrahim Peçevi’nin dikkatinden kaçmayıp tepkisini çekecektir. Ne diyelim işte görüyorsunuz ya, Roma imparatorluğunun yıkılışıyla birlikte ortada kalan barbar Franklar kendilerine meşruiyet kazandırmak için bizi bile ihmal etmeyip kendilerine rol model olarak almaya çalışırken bu kez bizlerde Osmanlının yıkılışıyla birlikte biz onları kendimize rol model almış durumdayız. Neyse ki Hollanda ve İrlanda kendilerine Fransa’nın geldiği noktada ulus devlet temelli siyasi yapılanmasını rol model olarak alıp da bizim düştüğümüz çukura düşmemiş oldular. Nitekim söz konusu ülkeler Anglosakson modeli kendilerine metot edinmekle hem demokrasiye yumuşak geçiş yapmayı hem de toplumun değerleriyle barışık bir siyasi yapılanmayı gerçekleştirebilmişlerdir.
Hatta biz Fransa’yı kopya edim derken bu arada çoğulcu anlayışını şiar edinen Belçika’yı da atlamışız. Malum Osmanlının yıkılışıyla kurulan Türkiye’miz epey bir zaman çoğulcu anlayıştan uzak tek partili dönem yaşaması hasebiyle olmayan laikliğin korunması yönünde habire bir bardak suda fırtınalar koparılarak 2002 yıllarına dek bu kafayla gelebildik. Oysaki laiklikle laikçilik aynı şeyler değillerdi. Bizde bir takım vesayet odakları 2002 yılına kadar aba altında sopa gösterilerekten laikçiliği laiklik olarak yutturmaya çalışmışlardır. Aman Allah’ım neydi o günler, maalesef o karanlık yıllarda militan laikçi zihniyet dinle devlet ilişkilerinde eşit mesafede yaklaşmadığı birde üstüne üstük dini hâkim devlet anlayışınca dini kendi kontrolünde tek elde tutmaya yeğliyordu. Oysaki gerçek anlamda laik devlet yapısında din ve devlet işleri birbirinin işine karışmadığı gibi dine ait olan tüm değerler toplumun temel dinamiklerinden dinle yakinen alakadar olan cemaatlerin görev alanına bırakılmakta. İşte gerçek laik devlet bu anlamda demokratik olup cemaatleri öcü ilan etmez, hatta dinin hizmetkârı sivil toplum öğeleri olarak kabul eder. Besbelli ki kutsal addedilen devlete göbekten bağlı din ayarı Diyanet eliyle dini takip altına almak en kolay bir yöntem olsa gerektir ki; kendi kontrolünde teokratik kimliğe bürünmüş cari laikçi bir uygulamayı tercih etmişiz. Tercih etmekle acaba teokratik devlet kategorisine girdiğimizin bilmem farkında mıyız? Toplum mühendisliği devletin işi olmamalıydı. Şayet üstüne vazife olmayanı iş edinirseniz bunun adı laik devlet değil laikçi devlet adını alır. Kaldı ki laikçi devlet anlayışında Fransa’yı bile sollayarak laikliği siyasallaştırmışız. Bu da yetmez ideoloji haline getirmede dünyada bir numarayız. Fransa’daki laiklik uygulamaları bile bizdeki kadar katı değil. Oysa evrensel standartlarda laiklik çizgisi dini kendine rakip görmez çoğulculuğun gereği baştacı yapar, üstelik zihinlere ipotek koymaz da. Hele bizim topraklarda Mevlanaca ve Yunusça tonların egemen olduğu Müslümanlık anlayışının varlığı, dinimizin öngördüğü meşveret, istişare (fikir alışverişi), şura (danışma), icma (ortak karar) ve içtihat (yorum) gibi kavramların milletçe değer verildiğini bilmeyen yoktur. Buna rağmen laikçilikte ısrar edilmesini anlamış değiliz. Aslında İslam’ın laiklikle meselesi yok olsa olsa laikçilikle problemi var, yani kast sistemiyle sıkıntısı var denilebilir. O halde bu feryat niye?
Fikri yönden ilk çıkışında demokrasinin beşiği olarak görülen Fransa, geldikleri noktada okullarda semavi dini dışlayıp sırf akla dayalı dinsiz kuşak oluşturmaya çaba sarf ettiler de sanki başları göğemi erdi? Fransa, bu uygulamalara hız verdikçe bir türlü iki yakasını bir araya getirememişlerdir. Bu gidişle Anglosakson ülkelerin gerisinde kalacak gibi gözüküyorlar. Militan akılcı merkezli anlayışla nereye kadar yol alınabilirdi ki? Ülkemizde ise bu tutumun savunucuları demokrasi kavramın içini boşaltıp Vural Savaş tarzı militan demokrasiye sarıldılar. Hatta kitap kapağı konusu yapacak kadar ölçüyü aştılar da.
Anglo sakson ülkeler içi boş cumhuriyetten demokrasiye geçiş yapmakla rahat soluk aldılar. Peki ya Fransa ve Türkiye? Her ikisi de demokrasiyi ara ara kesintiye uğratarak yollarına devam ettiler. Düşünsenize Fransa bugün dahi demokratikleşme sürecini tamamlayamamış bir ülke konumundadır. Hala hukuk devleti olma mücadelesi içinde yol kat etmeye çalışıyorlar. Ülkemizde de bunun bir başka uygulayış versiyonu diyebileceğimiz jakoben damar köşeye sıkıştığında hukukun üstünlüğü ilkesinin hikmeti hükümete kurban edildiği günleri yaşadık. Öyle ki devletin yüksek âli menfeatleri bahane gösterilerek demokrasinin ırzına geçilmesi başka bir açmazımız. Şu bir gerçek Kara Avrupa ülkelerinin zihin kodlarında adeta soluk alamaz haldedir. Değim yerindeyse birey diyaliz makinesine bağlanmış halde hayatını sürdürmeye çalışmakta. Kelimenin tam anlamıyla birey, yarı demokratik ya da oligarşik totaliter ülkelerde hukuk üreten durumda olmadığı için özel hukuk ve kamu huku ikilemi doğmuştur. İhtiyaca binaen icad edilen ikili hukuk sistemi ya devlet erkinin hizmetinde ya da elitist tabakanın menfeatlerini korumak için düzenlenmiştir. Tabii yarı demokratik ülkelerde kurulu sistem böyle olunca da ikili hukukun Eski Türkiye’nin zihin kodlarında yansıması her yıl Adli yıl açılışlarında yargının bağımsızlığından, siyasallaştığından yakınmamıza neden oluyor. Elbette ki eski Türkiye’nin zihin kodlarında yargı bağımsız değildi, niye olsun ki. Evrensel hukuk koordinatlarıyla taban tabana zıt hukuk düzeninin sürdürülmesinde ısrar ediliyordu habire. O günleri yaşayanlar çok iyi bilirler ki bir zamanlar bu ülkede kararnameler kanunmuş gibi lanse edilip olmayan demokrasiden söz ediliyordu.
Özgürlüğü ve hukuku esas alan ülkelerde gerek devlet gerekse birey hiçbir ayırıma tabi tutmadan kanun önünde eşittirler. Ne birey devlete ne de devlet bireye feda edilir, aralarında güven tesis edilmesi esastır. Zira gerçek demokrasi böyle olmayı gerektirir. Hukukun üstünlüğünü esas alan devlet modeli daha çok Anglosakson ülkelerde yeşerip boy atmış bir başattır. Dolayısıyla halkın tek tutunacak dalı hukuk, daha da ilerisi hukukun üstünlüğüdür. Bireyler önceden ellerine tutuşturulmuş reçetelerle hayatlarına yön vermezler. Sürekli hayatlarını özgür iradeleriyle tanzim ederler. Böylece bireyler kendi aralarında uzlaşma kültürü geliştirirler, yani devlet erkânıyla değil birbirleriyle hizmette yarışarak gelişmelerini sağlarlar. Bütün bunlar demokrasinin yeşerdiği topraklarda geçerli akçedir. Çünkü insanca yaşama standartlarının gereğidir bu.
Devlet eksenli hukuk Fransa modelini örnek alan ülkelerde Jakoben devletin sığınacak tek dalı kutsal devlet çatısıdır. Halk ise tutunacak dalı olmadığı için hukuktan hiçbir beklentisi olmaz, işi şansa kalmıştır. Halkın geleceği ve ümitleri bir başka bahara ertelenir hep. Bakınız din-laiklik karşıtı kavga Fransa’nın 150 senesine mal olmuştur. Öyle ki gereksiz korkular yüzünden yarınlarını heba ettiler. İşte bu noktada Fransa için uzlaşı, birlik ve dirlik gerekliydi. Neyse ki bu aşamada De Gaulle’nin kurduğu Beşinci Cumhuriyetinin devreye girmesiyle birlikte yüreklere su serpilebilmiştir. Bu durum bir nebze olsun Fransa halkının yüzünü güldürmeye yetmiştir. De Gaulle problemin neden kaynaklandığını bilen bir liderdi, kanayan yaraya neşter vurup kutuplaşmaya son vermenin yanı sıra katı laikçilikten bir ölçüde laikliğe yumuşak geçiş yapabilmiştir. Malumunuz iç barış, huzur ve istikrar Fransada katı laiklik uygulamaları yüzünden sağlanamamıştı. De Gaulle’nin uyguladığı yumuşak laiklik anlayışıyla ülkede huzur sağlandığı gibi iç ve dış düşman korkusu bu sayede bertaraf edilebilmiştir. Dahası o uzlaşma kültürünü hâkim kılmanın yanı sıra devletin militanlaşma hevesini kırıp Fransa’nın Beşinci Cumhuriyeti’nin mimarı olarak tarihe çok büyük not düşmüş oldu.
Peki, Türkiye ne yaptı?
Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan devletin adıdır Türkiye. Malumunuz Osmanlı sistemi kanunnameler üzerine bina edilmiştir. Kanunnamelerinin temelinde ise İslamiyet vardı. Dolayısıyla Osmanlı sisteminin ruhunu İslam oluşturduğundan en ufak kıpırdanmalarda hemen o günün en meşhur sloganı ‘Şeriat elden gidiyor’ yaygarasıyla kazan kaynatılıp başkaldırılıyordu. Tıpkı bu 28 Şubat Türkiye’sinde olduğu gibi sıkça kullanılan ‘Laiklik elden gidiyor’ naraları eşliğinde yapılan postmodern kazan kaldırmaları andırır durum vardı ortada. Hem nasıl ki 27 Mayıs İhtilalinden 15 Temmuz Darbe girişimine kadar iç ve dış mihraklar tarafından her on yılda bir Türk Silahlı Kuvvetlerinin içerisine sızmış cuntacılar kanalıyla ‘Laiklik elden gidiyor’ bahanesiyle halkın seçtiği iktidarı alaşağı etmek için darbe yaptırılmışsa, Osmanlı ordusu içerisinde de Yeniçeri Ocağının kışkırtılmasıyla da sık sık şeriat içerikli sloganlar koz olarak kullanılaraktan kazan kaldırılmıştır. Oysa gerek Osmanlı döneminde gerekse eski Türkiye’de ardına sığınılan sloganlar eşliğinde yapılan başkaldırmalarla ne şeriat elden gidiyordu ne de laiklik. Giden sadece kayba uğrayan yıllar olup, kazanan ise ulufeden beslenenler oluyordu. Nitekim 28 Şubatın ardından hortumlanan bankaların yönetim üst kurullarında darbeye destek verenlerle darbe aktörlerinin birlikte aynı ortak paydada buluşmaları bu durumu doğruluyor zaten. Yani bu demektir ki; elden giden laiklik değilmiş, giden tüyü bitmemiş yetiminde içinde bulunduğu halkın alın teriymiş. Dahası paylaşılan pastadan kazanan laiklik değil tam aksine bu işten kârlı çıkan rantiye kesimi olmuştur.
Türkiye’de maalesef bazı kavramlar rantiye kesiminin lüks bir hayat yaşamaları için işlerine yarayabiliyor. Nitekim biz onları habire tavaf ettikleri batıdan ödünç aldığı kavramlarla militan laikliğin amigoluğuna soyunmalarından biliriz. Üstelik bu tip amigolar dışarıya şirin görünmek adına kucağında büyüdüğü halkı yok sayıp içte de hiç utanmadan sıkılmadan çoğulculuktan, özgürlükten, demokrasiden dem vurabiliyorlar da. Yani kendileri çalıp kendileri oynayaraktan halksız cumhuriyetçilikleriyle övünmekteler. Oysaki halksız cumhuriyet hiçbir anlam ifade etmediği gibi eşyanın tabiatına aykırı da anlamsız bir durum. Hem bu nasıl cumhuriyetçilik davası gütmekse bir bakıyorsun cumhurun ta kendisi halkı göbeğini kaşıyan avam insanlar olarak hor görebiliyorlar. Hadi halkı üstenci bir tavırla avam sınıfından görmelerini görmezlikten gelip es geçtik diyelim, peki ya bir zamanlar aynı safta beraber yürüdükleri yol arkadaşlarının eski ideolojik kodlarını terk ettiklerinde onlara dönek ya da liboş yaftası vurmalarına ne demeli? Belli ki kendilerini yenileyemeyip kendi düşünce dünyalarının dar kalıbından çıkamayanlar için başkalarını yaftalamak en kolay yöntem olarak gözükmekte. Ama bu dar kalıplıkla nereye kadar gidilebilir ki? Düşünsenize bir zamanlar bu ülkede değişimden söz etmek yürek isterdi, hele bir düşünür değişimden söz etmeye bir görsün hemen vesayet odaklarınca andıçlanması an meselesiydi. Neyse ki vesayet odaklarına bel bağlama süreci ancak toplum katmanlarında demokrasi rüzgârları esene dek sürdürülebildi. Gerisi malum, 2002 sonrası millete sırtına dayayan iktidarın iş başına gelmesiyle birlikte bir anda işlerinin zorlaştığı bir sürece evrildiklerine şahit olduk. Hani atalarımız “Zor oyunu bozar” demişler ya, aynen öyle de sandıktan çıkan oylar belli bir kesimin korkulu rüyası ve kâbusu olarak oyunlarını ziyadesiyle bozmaya yetmiştir. Oysaki korkunun ecele faydası yoktu, sırça köşklerde uykuya dalıp gördükleri korkulu rüyalarından uyandıklarında Yeni Türkiye Yüzyılının kalyoncularının Barbaros Hayreddin misali vira vira özgürlük limanına çoktan varıp demir atmışlardı bile. Böylece özgürlük limanına demir atmakla bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat postmodern darbe 3 Kasım 2002’de millete sırtını dayayan iktidara gelmesiyle birlikte tarihin çöplüğüne atılmış oldular. Artık 28 Şubat varı senaryolar eskisi kadar yüz bulamaz da.
Onlar şimdilik sırça köşklerinde; “Ah nerde kaldı o eski günler” diye hayıflana dursunlar, özlemini duydukları bir eli yağda bir eli balda yaşadıkları eski Türkiye’de köşe başlarını tuttukları arpalıklarını bir bir kaybettikçe o günlere dönüşleri artık pekte mümkün gözükmüyor. Tabii baştan beri sırtlarını halka değil de vesayet odaklarına dayarsalar atalarımızın değimiyle “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” denen hadiseyle karşılaşmaları sürpriz olmayacaktır. Artık bundan böyle kendilerine muhatap alacakları tek merci eskiden olduğu gibi bugünde yine kendi kendilerine gelin güvey olma muhataplığı kala kalacaktır.
Evet, eyleme dünyası bu, siz mi mazlumun ahını alıp sandıktan çıkan sonuçlardan ders almayan onları artık gelinen noktada Allah’a şükürler olsun ki 2002 yılından beri halkımızı her daim muhatap alıp hukukun üstünlüğüne vurgu yapan, halkın sesine kulak veren iktidarın iş başında olması heveslerini kursaklarında bırakmaya ziyadesiyle yetti artıyor da.
Vesselam.