Mustafa Toygar


HAC, “7” MERHALELİ MUKADDES BİR YOLCULUKTUR

İçinde sayısız hikmetler ve nîmetler barındıran, çeşitli simge ve sembollerden oluşan, çok yönlü bir ibâdet, hudutsuz bir rahmet ve bereket ummânı olan “Mukaddes Yolculuk”u derinlemesine tefekkür ettiğimizde Haccın; Beyt’e ulaşmak için değil, Beyt’in Rabbi’ne vuslat için çıkılan yedi kademeli bir mübârek sefer olduğunu idrâk ederiz. Hac yolculuğu ana başlıklarıyla şu merhalelerden oluşmaktadır:


İçinde sayısız hikmetler ve nîmetler barındıran, çeşitli simge ve sembollerden oluşan, çok yönlü bir ibâdet, hudutsuz bir rahmet ve bereket ummânı olan “Mukaddes Yolculuk”u derinlemesine tefekkür ettiğimizde Haccın; Beyt’e ulaşmak için değil, Beyt’in Rabbi’ne vuslat için çıkılan yedi kademeli bir mübârek sefer olduğunu idrâk ederiz. Hac yolculuğu ana başlıklarıyla şu merhalelerden oluşmaktadır: 

1 - İlim ve irfâni bilgiye yolculuk 

2 - Kendi iç dünyamıza yolculuk 

3 - Tarihimize yolculuk 

4 - Mahşere / Âhirete yolculuk 

5 - Kardeşlerimize yolculuk

6 - Kâbe’ye yolculuk 

7- Allah’a (c.c.) doğru yapılan bir yolculuktur.

Âcizâne düşünceme göre her biri ayrı bir merhale olan bu kutsî yolculuğun ilk altı kademesinin esas gâyesi, haccın “gâye-i kusvâ”sı, yâni en son ve en yüksek amacı olan Allah’a (c.c.) doğru yapılan yolculuğun 7. merhalesini hakkıyla gerçekleştirmek ve yaratılanın Yaradan’a vuslatını tahakkuk ettirmek için yapılan ve küllî bir teslimiyet için edâ edilen bir mübârek seferdir. Bu merhaleleri tefekkür edelim ve sırayla îzaha çalışalım:

      1-İlme ve irfâni bilgiye yolculuk: 

      Hac ibâdeti esnasında yapılması gerekenleri öğrenmeye, haccın farz, vacip ve sünnetlerini bilmeye, ziyâret edilecek kutsal mekânlar hakkında bilgi sahibi olmaya ve semboller dünyası olan hacdaki bu “şeâir”lerin[1] ardındaki mânâya ulaşmak için ilme ve irfânî bilgiye yapılan yolculuktur.

       Mübârek ecdâdımız, ilme ve irfâna giden yol haritasını bir cümlede özetlemiş, kitaplık çapındaki mânâyı çok çarpıcı bir şekilde ve dört kelimeyle ifâde ederek; “Önce tekke, sonra Mekke!” diye genel bir ölçü ortaya koymuştur. Yâni ecdâdımız bizlere bu yolculuğun birinci merhâlesinde; ilk önce yapılması gereken ibâdetlerin öğrenilmesinin, dînî bilgiye ve Haremeyn hakkındaki tarihî mâlumâta sâhip olunmasının, uyulması gereken âdâbın tâlim edilmesinin, mânevî hazırlıkların tamamlanarak rûhun; îmân, ihlâs, aşk, ilim ve şuur ile kıvama getirilmesinin ve ardından da hikmetle harmanlanmış irfâni bilgiye ulaşılmasının önemini vurgulamış ve bu istikâmetinde hazırlıklar yapılarak Kutsal Topraklara bilgi sâhibi olarak gidilmesi gerektiğini çok veciz bir biçimde ifâde etmiştir.

      İslâm âlimleri de bu mevzuda; Haremeyn’deki ibâdet ve ziyâretlerimizde âzâmî derecede hassas davranabilmek, o mübârek diyârların şeref ve fazîletine uygun hareket edebilmek ve o kutsî mekânların mânevî havasını kalplere hakkıyla nakşedebilmek için, elbette “bilmek” gerektiğini vurgulamışlardır. Fakat bilginin yanında ve ötesinde ise, irfan sâhibi olmanın; muhabbet-i Resûlullah’tan Muhabbetullah’a giden aşk çağlayanında yıkanmış mâmur bir gönülle Haremeyn’e gitmenin ehemmiyetini de özellikle ifâde etmişlerdir.  Allah Dostlarının tâbiriyle söylersek; “bil”mek, “bul”mak ve “ol”mak esastır. Elbette ki “bilenler” değil, “bulanlar” ve “olanlar” maksûda erer. Fakat “olmak” için “bulmak”, bulmak için de “bilmek” gereklidir. Zâten velî kulların beyanlarından anlaşılmaktadır ki, gittiği mekânların kutsiyetini hakkıyla bilenler, bildiklerinden daha fazlasını bulurlar, Yüce Rabb’imizin ihsân ve hidâyetiyle rahmet deryâsının nice güzellikleriyle hemhâl olurlar…

 

 

 2- Kendi iç dünyamıza yolculuk: 

       İç içe girmiş hac yolculuk merhalelerinin ikinci adımı hüccâcın, uzak diyarlara olduğu kadar aynı zamanda kendi iç dünyasına yaptığı engin bir yolculuktur. Bu yolculuk; “beden ülkesinin sultanı” denilen kalbimize ve kalbimizin derinliklerine, yâni kendi iç dünyamıza doğru yapılan ve kendimizle baş başa kalmamızı, hayatımızın muhasebesini yapmamızı ve nefs-i emmâreden nefs-i kâmilîne giden yolda irtifâ kazanmamızı sağlayan bir seyr ü sülûktur.  Bu yolculuk; yürek devletimizi Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v.) aşkıyla mâmur hâle getirmek, “Kâbe” gibi “nazargâh-ı İlâhî” olan “gönlümüzü” günâh kirlerinden temizleyip pür-nûr eylemek için yapmamız gereken derûnî bir seferdir. Dışarıya bakmaktan ve başkalarıyla uğraşmaktan dolayı en çok ihmâl ettiğimiz bu derûnî sefer hüccâcın kendi kalbine doğru yaptığı yolculuktur. Bu yolculuk; dış dünyaya yaptığımız kilometrelerden çok daha fazla ve kendi iç dünyamız istikametinde çok uzun ve zorlu bir yol kat etmek ve gönül hânemizi mâmur hâle getirmek için îfâ etmemiz gereken, ancak genellikle unuttuğumuz ve çoğunlukla ihmâl ettiğimiz çok önemli bir seyr ü seferdir.  Bu hâli bir nutk-ı şerifinde;

           “Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan;

Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pür-nûr olmadan

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak,

Padişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan…”

diye ifâde eden Şemseddin Sivâsî (k.s.) Hazretleri; her Müslümanın mutlaka kendi iç dünyasına yönelmesinin, kalbinden mâsivâyı söküp atmasının, gönül hânesini mâmur etmesinin ve Aşkullahı yüreğinde büyütmesinin yolunun kendi iç dünyamıza yapacağımız bu yolculuktan geçeceğini çok veciz bir biçimde şiir diliyle ifâde etmiştir.    Hakk’a vuslat için, kendi iç dünyamıza yönelmek ve gönlü pür-nûr eylemek her mü’min için, özellikle de “Mukaddes Yolculuk”a çıkacaklar için çok önemlidir. 

 3- Tarihimize Yolculuk:

         Mukaddes yolculuğun üçüncü merhalesi; insanlık tarihinin en büyük îman ve tevhîd mücâlesine sahne olan ve Hilâl’in tarihî yolculuğuna şâhitlik eden mekânlara yapılan yolculuktur. Bu yolculuk; Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. İbrahim Aleyhisselâm’a, ondan Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) uzanan târihi Tevhid yolculuğunun izlerine, Kâbe’nin tarihine ve İslâm’ın o muhteşem geçmişine zaman ve mekân ötesi bir vuslattır. Bu yolculukta İbrâhim Aleyhisselâmın, bütün imtihanlardan alnının akıyla çıkmasını, hicretin gelini Hz. Hâcer’in (r.anha) îman ve tevekkülünü, annesinden süt yerine teslîmiyet emen Hz. İsmâil’in (a.s.) Allah’ın (c.c.) emrine râm olmak için gönüllü olarak boynunu bıçağın altına bırakmasını ve Allah Resûlü’nün (s.a.v.) Hakk’ı tebliğ mücâdelesinde ne büyük zorluklara göğüs gerdiğini târihî mekânları ziyâret ettiğimizde ayne’l-yakîn olarak yâd ederiz. Çünkü haccın her rüknünde İslâm tarihinden binlerce mukaddes hâtıra canlanmakta, İlk İnsan ve İlk Nebî’den Hâtemü’l-Enbiyâ Tâcının Sâhibi’ne kadar pek çok peygamber kıssası hüccâcın gönül gönderinde dalgalanmaktadır. Ayrıca bu yolculuk; Kâbe’nin tarihîyle hemhâl olmamıza, buradaki İslâm’ı tebliğ mücâdelesinin ne denli zorluklardan sonra kazanıldığını anlamamıza, “Gül Devri”nde yaşanan hâdiseleri anmamıza, 21. yüzyıldan sıyrılıp on beş asır öncesine giderek “Asr-ı Saâdet”ten sâdır olan “Gül” kokularını teneffüs etmemize ve “Hâdimü’l-haremeyn” olan ecdâdımızın Kutsal Topraklara duyduğu muhabbete, buralara yaptığı hizmete ve gösterdiği müstesnâ hürmete muttâlî olmamıza vesîle olacaktır. İslâm tarihine hüccâcın yaptığı bu yolculuk, îman mücâdelesini bayraklaştıran peygamberlerin ve sahâbîlerinin ayak izini tâkip ederek adımlarımızı nasıl atacağımıza, onları örnek alarak hayatımızı ve davranışlarımızı nasıl tanzim edeceğimize de ışık tutacaktır. Tarihe yapılan bu yolculuk; “ekin bitmez bir vâdi”de[2], Safâ’da, Merve’de neler yaşandığını da Kâbe’nin nasıl inşâ edildiğini de Arafat’ta, Müzdelife’de, Minâ’da neler olduğunu da Hira’nın nasıl Cebel-i Nur hâline geldiğini de Sevr Dağı’ndan Yesrib’e Hicret’in nasıl gerçekleştiğini de mekânların sır dolu lisanıyla hüccâca anlatacaktır.

 

4- Mahşere / Âhirete yolculuk:

        Bu yolculuk, Mîkat sınırında kefene mümâsil ihrama bürünen hüccâca; Kıyâmet Günü’nün provasını yaptırmak ve yaşatmak, yâni “ölmeden önce ölmek” için Arafat’ta ve Müzdelife’de bir yandan Cenâb-ı Allah’ı tezekkür, diğer taraftan ise Âhireti tefekkür ederek Mahşeri yaşatmaktadır. Bekâ Yurdu’na fânî dünyadayken yapılan temsîlî bir yolculuk olan hac yolculuğu, bir anlamda insana öbür dünyanın kapılarını açmakta, kendisini sorgulama, hesaba çekilmeden kendini hesaba çekme imkânını vermektedir.  Ölmeden evvel ölümden sonrasını temsîli olarak yaşayarak tefekkür etmek hac esnasında hayâlden hakikate dönüşür ve “canlıyken giyilen kefen” diye vasfolunan ihramıyla Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da ve Cemerat’ta bulunan her insan bizâtihî “Kıyâmetten bir kesit” yaşar ve bir anlamda “Âhiret yolculuğu” yapmış olur.  Bu îtibarla hac; milyonlarca hacıyı temsîlî olarak Âhirete götüren ve Mahşerin provasını yaptıran bir yolculuktur.  Ve ihrâm ile insanları birbirinden farklı kılan her türlü statüden, her türlü dünyevî rütbe, sınıf ve sıfattan sıyrılan, sâdece “abdullah” olan hüccâcın, üstünlüğün ancak “takvâ”da olduğu hakikatini de bizâtihî yaşayarak idrâk etmemize vesîle olur. Ve hac yolculuğu; dünya hayatının geçici yol ve yolculuktan ibâret olduğunu, asıl hayatın Âhiret olduğunu Mahşerden çok çarpıcı kesitler sunarak hüccâca öğretir. Zâten Hac; kelimenin kâmil mânâsıyla bir uyanış, bir diriliş olup, Âdemoğlunun -bir anlamda- Mahşeri ve “Haşr”ı bu dünyada bizâtihî yaşaması ve prova etmesidir...

     Netice olarak hüccâc; ihramla birlikte kefenini kuşanmış olarak Rabb’in huzuruna varmakta, bir anlamda tefekkür ve muhasebe ile kendi hesabını vermekte, gayb âlemine hac sırasında çok çarpıcı bir yolculuk yapmakta ve Âhiret’ten / Mahşer’den bir kesiti soluklayıp zaman ve mekân ötesi bir yolculuk gerçekleştirmekte ve bir anlamda “Haşr”ı yaşadıktan dünyanın fâniliğini, bâkî hayatın öbür dünya olduğunu görmekte ve bu yolculuğun sonunda tepeden tırnağa titreyerek kendine gelmektedir.   

        5- Kardeşlerimize Yolculuk: 

    Haccın beşinci adımı olan bu yolculuk; renkleri, dilleri, ırkları, kültürleri farklı, ancak Allah’ı (c.c.) bir, Peygamber’i (s.a.v.) bir, Kitab’ı bir, Kıblesi bir ve gâyesi bir olan din kardeşlerimizle bir araya gelmek için “İnneme’l-mü’minine ıhvetün”[3] şuuruyla yaptığımız “Bir mübârek sefer”dir.  Bu yolculuğun önemli bir amacı ve hikmeti de bütün İslâm ülkelerinden, değişik coğrafyalardan ve farklı milletlerden Mekke’ye gelen milyonlarca ümmet-i Muhammed’in Kâbe’de, Arafat’ta, Müzdelife’de Mina’da buluşması, din kardeşi olan mü’minlerin birbiriyle tanışmak, konuşmak ve hâlleşmek için bir araya gelmesi, bir başka ifâdeyle “din kardeşliğini / ümmet şuurunu” kıyama durdurmasıdır.  Yâni hac; -günümüzde bu fonksiyonunu yitirmiş olsa da- dünyanın çeşitli yerlerinden hac için Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’ye gelen Müslümanların feyz ve rahmet ikliminde “Yıllık İslâm Şûrası”nı yapmak için buluşmasıdır. Hac; modern zamanların, insanı bireyciliğe indirgeyen anlayışı ve her ülkenin kendi gettosu içinde hareket etme tavır ve davranışına rağmen, dillerimiz farklı olsa da Kur’ânî lisânla ve Muhammedî muhabbetle bir muarefe, tanışma, kaynaşma ve kardeşlik iklimi oluşturan bir tevhîd bestesidir. Ancak Kur’ân’ın dili olan Arapçayı ümmet-i Muhammed olarak bilmememiz ve ortak lisan olması gereken “ibâdet dili”yle anlaşamamamız büyük bir handikaptır. 

       6- Kâbe’ye yolculuk:

      Haccın beşinci adımı Peygamberlerin izlerine basarak “insanlar için kurulan ilk ibâdet evi olan, âlemlere rahmet ve hidâyet kaynağı olarak kurulan Kâbe”ye[4] yapılan yolculuktur. Bu yolculuk, “Allah’ın Evi” denilen; tevhîdin remzi, başı Beyt-i Mâmur’da olan sır ve rahmet şâhikası, akıl, idrâk ve şuur üstü mânâların başladığı sonsuzluk ufkundaki nûrun merkez noktası, dünyanın ötelere açılan serhat kapısı, ibâdet, zikir, duâ ve tevbe makâmı olan Kâbe’de hüccâcın; Âlem-i Ervah’taki Elestibü rabbüküm”[5] suâline verdiği “Belâ” cevabını tekrâr etmek için “Lebbeyk. Allâhümme lebbeyk….”[6] diye gelip, Beyt’i kalbimizin yanına alıp, “Allah’ın eli” mesabesindeki Hacerü’l-Esved’i istilâm ile başlayıp ışığa pervâne olmak ve kâinattaki kozmik koroya iştirak etmek aşkıyla tavafın başladığı mekândır.  Bu yolculukta Kâbe’de tevhidi idrâk etmemiz, Makâm-ı İbrâhim’de kâvî bir îman ve sadakat ile buluşmamız, Safâ ve Merve’de teslimiyet ve tevekkülle kucaklaşmamız, ‘Arafat’ta mârifete ermemiz’, ‘Müzdelife’de şuurlanmamız’, ‘Mina’da aşkımızı kemâle erdirip eyleme geçmemiz’ ve şeytan taşlamamız gerekir ki, bunların her birisi mânevî anlamları olan maddî simgelerdir. Hac yolculuğunun altıncı adımında hüccâc Kâbe’de; kalbe râm edilmiş akılla ferdî bir seyr-i sülûk hâletini kuvveden fiile geçirecek, Aşkullâhı gönül dudaklarıyla kana kana içecek, mânâ ve şuur plânında derinleşecektir.

      7-Allah’a (c.c.) doğru yapılan yolculuk:

Haccın “gâye-i kusvâ”sı (en yüce, en büyük gâyesi); Beyt’e ulaşmak için değil, Beyt’in Rabbi’ne vuslat için çıkılan bir yolculuk olmasıdır. Diğer altı yolculuk bu gâyenin tahakkuk etmesi için birer merhâledir. Yâni ilk altı yolculuk, haccın en yüce gâyesi olan bu “7.” Yolculuğu gerçekleştirmek ve asıl amacını tahakkuk ettirmek için yapılmalıdır... Hac yolculuğunun ilk altı adımındaki amaç; niyetin maksada, maksadın fiile dönüşmesi ve bizi yaratan Yüce Rabbimizle buluşmak için vuslat basamaklarının çıkılmasıdır. Çünkü Allah (c.c.) ile mîsâkımızı yenilemek ve yinelemek için çıkılan bu Mukaddes Yolculuk’un temel gâyesi âşıkın Mâşuk’a, yaratılanın Yaradan’a vuslatıdır. Bu sebeple ilk altı yolculuk şuurlu bir şekilde yapıldığı takdirde, işte o zaman Kâbe’nin Rabbi’ne asıl yolculuk yapılmış olur. Zâten bir eve yapılan ziyâretin amacı dört duvarı görmek için değil, Evin Sâhibi’ni ziyâret etmek için yapılır. Hâl böyle olunca da hac yolculuğunun asıl amacı, “Beytullah”ı ziyâret değil, “Allah”a (c.c) vuslat için Beyt’e hicrettir… Bu sebeple de hüccâca “Duyûfu’r-Rahmân” yani “Allah’ın misâfirleri” denir.  Zâten hac yolculuğu “Ev”e değil, “Evin Rabbine” yolculuktur. Çünkü hac, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda kalb-i selîm ile el pençe dîvan durup aklını kalbine âmâde kılmak, rûhunun bütün hücrelerini kıyâma durdurup; ‘Mahbûm Sensin, matlubum Sensin, maksudum Sensin!’ ikrârını hâl diliyle ifâde edip Allah’a (c.c.) doğru yolculuk yapmaktır. Çünkü hac; Mâverânın sesini yüreğinde duyanların Hakk’a doğru yürüyüş destanının yazıldığı muazzez ve mukaddes bir seferdir. İlk altı yolculuk şuurlu bir şekilde yapıldığı takdirde, işte o zaman Kâbe’nin Rabbi’ne asıl yolculuk yapılmış ve Hac kâmilen ve mebrûr olarak gerçekleştirilmiş olur.  Çünkü hac; Allah’ın (c.c.) emriyle, Allah (c.c.) için Allah’a (c.c.) hicrettir.

       Hâsılı “7” merhaleli bu mukaddes yolculuğa çıkan hacılar; Mikat mahalline geldiklerinde ihrama girer ve burada “Lebbeyk..” diyerek Allah’ın (c.c.) emrine âmâde olduklarını beyân edip Cenâb-ı Hak’la ahitleştikten sonra O’nun Evi olan Beytullah’a  gelirler. Kâbe’yi tavaf edip Yüce Rabbimizin sevgisine ve rızâsına nâil olmaya çalışırlar. Bilâhare Makam-ı İbrahim’de namaz kılıp, Hz. İbrâhim Aleyhisselâm gibi hanif bir inanca sâhip olduklarını ve millet-i İbrâhim’e mensubiyetlerini hâl diliyle bir kere daha îlan ederler. Sonra Safâ Tepesi’nde arınıp saflaşırlar ve Merve’ye doğru Hz. Hacer (r.a.) Validemiz gibi bir koşu içerisine sa’y ü gayret göstererek, O nasıl âb-ı hayat aramışsa, hacılar da Rızâ-i Bârî’yi kazanmak, Allah’ın (c.c.) sevgisine ve muhabbetine kavuşmak için duâ duâ yalvarırlar…   Hacılar; Terviye gününde Mina’da kalıp Aşkullaha ulaşmaya, Arafat’ta vakfeye durup mârifete ermeye, Arafat ve Müzdelife’de Mahşer’den bir kesit yaşayıp îman şuurlarını yükselterek kalbî olarak salâh ve felâh bulmaya çalışırlar… Hüccâc; Mina’da Tevhîd burcundaki aşkı kuşanıp, içimizdeki ve dışımızdaki her türlü putu yıkmak, dışımızdaki şeytanları taşlamak ve içimizdeki  şeytanımızı taşa tutmak için bilenir ve Cemerat’ta Hz. İbrâhim (a.s.), Hz. Hâcer (r.a.) ve Hz. İsmâil (a.s.)  şuuruyla şeytanı / nefs-i emmâreyi yüreğinden vurmaya ve Hz. İbrâhim Aleyhisselâm’ın ayak izine basarak zihinlerimizi işgâl eden ve kalplerimizde kök salıp Allah (c.c.) sevgisinin yerini almaya çalışan “İsmâillerini” kurban ederek kurbiyete ulaşmaya ve Muhabbetullahı kuşanarak Hakk’a hakkıyla vasıl olmaya “gâye-i kusvâ”ya ermeye çalışırlar... Yâni hacın “7” merhaleli yolculuğunu ikmâl edebilen hüccâc; “Kâbe, Mina, Arafat, Müzdelife, Mina ve Kâbe” arasındaki nur dâiresinde Cenâb-ı Allah’a büyük bir aşkla müteveccih olur, kalbini îmanla nurlandırır, Muhammedî îman ve muhabbetle Allah’ı (c.c.) hakkıyla tanımaya çalışarak Marifetullah ikliminde yol alır,  Muhabbetullah ve Aşkullah ufkunda -takvâsı nispetinde- irtifa kazanır… 

 Hâsılı hüccâc, iç içe geçmiş bu “7” merhaleli hac yolculuğunu bir arada yapmaya çaba göstermeli veya hiç olmazsa bu adımlardan kısmen de olsa nasipdâr olmaya çalışmalı ve mebrûr bir hac yapmak için sa’y ü gayret etmelidir...  Aksi takdirde rûhâniyetine muttali ol/a/madığımız, hacdaki sembolleri hakkıyla idrâk edemediğimiz bir haccı edâ eder ve hac menâsiklerini şeklî olarak yerine getirmiş oluruz. Ancak hac ibadeti gibi muhteşem simgelerle kuşatılmış olan, Kur’ân-ı Kerîm’de “şe’âirillâh”[7] (Allah’ın nişâneleri) diye ifâde buyurulan sır dolu “semboller halitasının”, kutsî alâmetlerin, muazzez mekânların ve yaptığımız menâsiklerin derûnunu hakkıyla idrâk edemeyiz. Korkarım ki, “şeâir”ler maddeleşir ve “menâsik”ler sıradan bir âdet hâline gelirken, mânevi ve rûhî yükseliş irtifâ kaybeder, sembollerin ifâde ettiği hususlar anlamsızlaşır, ibadetler şekle indirgenir ve bu kutsî yolculuk tâbir câizse “rutin bir ritüel”e dönüşür…  Hatta Allah (c.c) korusun; simgelerin mânevî anlamı hakkıyla idrâk edilemediği takdirde, -hâşâ- birilerinin gördüğü gibi “bir taşa selam veren, taşlardan oluşan bir yapının etrafında dolaşan, taşlara bir başka taşları atan” bir değerlendirmeye (!?) muhatap olunca bunun cevâbını da hakkıyla veremeyiz. Ve eğer hâl böyle olursa da Kutsal Topraklara hac farizasını “akleden kalp”le ve itminana ermiş bir ruhla edâ etmek için değil, ne yazık ki sâdece bir seyahat yapmaya gitmiş oluruz…

        Bidayetten beri ifâde etmeye çalıştığımız üzre, hac yolculuğu “Kâbe”ye değil “Kâbe’nin Sâhibine” hicret, aşığın Mâşuk’a vuslatı için yapılan mukaddes bir yolculuktur. Yüce Rabb’imizden duâ ve niyâzımız; hac yolculuğunun bu “7” merhalesini şuur plânında idrak ve her bir kademeyi edâ etmede biz âciz kullarını nusretinden mahrum bırakmaması ve haccı “gâye-i kusvâ”sı olan “Beyt’in Sâhibi”ne vâsıl olmamız için yardım etmesidir.  Cenâb- Allah; Arafat’ta kazandığımız mârifeti, Müzdelife’de kuşanılan şuûru, Mina’da varılan kararı, aşkı ve cihâdı; Kâbe’de ulaşılan murâdı ve kazanılan Aşkullah’ı bir ömür boyu hayatımıza âmir kılsın...

       Cenâb-ı Hak, haccı âdet hâline geldiği için değil; İslâm Dünyası’nda ümmet şuurunun yeniden dirilişine vesîle olan, zihinlerde, yüreklerde ve fiillerde köklü bir inkılâp oluşturan câmî bir ibâdet olarak idrâk ve îfâ etmeyi cümlemiz nasîp ve müyesser eylesin... 

Cenâb-ı Hak cümle mü’minleri hem kalplerini Kâbe’ye koyanlardan hem de kalplerine Kâbe’yi koyanlardan eylesin!.. Âmin!.. Âmin!.. Yâ Muîn!..

Yüce Rabb’imiz; bizleri haccı şeklî olarak değil, işâret ettiği hakîkatlerin rûhunu kavrayan, zarfı ziynetlendirmenin ötesinde, mazrûfunu da hakkıyla kıymetlendiren ve haccı mebrûr, sa’y’ı meşkûr, ibâdetleri makbul, seyyiâtı mağfur, zâhiri mağmur, bâtının pür-nûr ve duâlarını kabul olan kullarından eylesin. Âmîn!.. Âmîn!..  “..Hasbiyallâhu lâ ilâhe illâ hû aleyhi tevekkeltu ve Hüve rabbü-l’arşi-l’azîm.[8]            

“Namaz câmiden çıkınca, oruç Ramazan bitince, Hac Mekke’den dönünce başlar…” diyen Üstad Necip Fâzıl’ın bu veciz sözlüyle yazımızı bitirirken; hatm-i kelâmı da Mescid-i Nebevî’nin Rahmet ve Nîsa Kapılarına mübârek ecdâdımız Osmanlının hakkettiği bir duâ ile yapalım: 

“Yâ müfettiha’l-ebvâb” (Ey bütün kapıları açan Rabb’im!) 

“İftâh lenâ hayre’l-bâb” (Bize de en hayırlı kapıyı aç!) 

 

Âmin!.. Âmin!.. Yâ Muîn!.. 

                                                                             Dr. Mehmet GÜNEŞ'in kaleminden


 

[1]Şeâir”; Allah'a (c.c.) kulluk etmeye vesiîe olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibâdet, işâret ve semboller

[2] İbrahim, 14/37

[3] Hucurât, 49/10; * “Mü’minler ancak kardeştirler.” 

[4] Âl-i İmrân, 3/96

[5] A’raf, 7/172

[6] “Emrine âmâdeyim Allâh’ım!..”

[7] Bakara, 2/158

[8] Tevbe, 9/129; * Allah bana yeter; O'ndan başka tanrı yoktur, yalnız O'na güveniyorum; O büyük arşın Rabbidir.”