Mustafa Kök


Ellinci Vefat Yıl Dönümü Münasebetiyle Nurettin Topçu’yu Hatırlarken – I –

Nurettin Topçu’nun vefatının 50. yıl dönümü anısına kaleme alınan bu metin, yazarın Topçu ile ilgili anılarını ve düşüncelerini aktarmaktadır.


Nurettin Topçu’nun vefatının 50. yıl dönümü anısına kaleme alınan bu metin, yazarın Topçu ile ilgili anılarını ve düşüncelerini aktarmaktadır. Yazar, Topçu’yu ilk olarak 1964 yılında, Gaziantep Lisesi’nde öğrenciyken, Ali Fuat Bilen’in dinlettiği bir konferans bandından sesiyle tanıdığını belirtiyor. Daha sonra İstanbul’da üniversite eğitimi sırasında, 1965 yılında Topçu’nun “Milliyetçi Sosyalizm” konulu konferansını dinlediğini ve bu konferansın kendisini çok etkilediğini ifade ediyor. Yazar, Topçu’nun “Hareket” dergisi etrafındaki faaliyetlerini ve dergi ziyareti sırasında kendisiyle tanışmasını da anlatıyor. Metinde ayrıca Topçu’nun tevazuu, titizliği ve Mehmet Akif Ersoy ile ilgili görüşleri de yer alıyor. Özellikle Topçu’nun “Komünizmin kendisi bâtıl, fakat dâvası hak’tır” sözü dikkat çekiyor ve yazar bu sözün Topçu’nun “İslâm sosyalizmi” tezini özetlediğini düşünüyor.

 

Giriş[1]

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda “hayat ne kadar hızlı akıyor” derlerdi de dedelerimiz, inanamazdık. Düşünsenize, 3-6 yıllık ilk çocukluk yıllarımız, ne kadar uzun bir geçmiş gibidir anılarımızda. 7-11 arası ikinci çocukluk dönemi de öyle… Yaşlılık psikolojisini idrak etmeye başlayınca, yani bizler de dedelerimizin yaşına gelince anladık, hayatın koşar adım bizlerden uzaklaştığını. Ve sevdiğimiz insanların kaybını hatırladıkça, zaman bilincimiz her gün biraz daha sarsıyor bizi. Analarımız, babalarımız, hocalarımız ve nice sevdiklerimizin geçmişi, birer hâtıralar yumağı olarak sarıp sarmalamakta biz yaştakileri. Meğer ki, bu da psikolojik zaman algısının bir başak türünden ibaretmiş.

Sevdiğimiz büyük insanlardan Nurettin Topçu’yu kaybedeli 50 yıl olmuş. Gençlikte, çoğumuz bugünleri göreceğimizi düşünmemiştik belki. Bendeniz de şahsen ne kadar düşündüm, bilemiyorum. Ama hamdolsun yaşadık ve 50 yılın ardından Hoca hakkında hatıralarımız sorulmakta. O hâlde vaktiyle bölük pörçük andığımız ve anlattıklarımızı toplayıp sunmak, bir vazife olacaktır.

Sesiyle Tanıdığım Nurettin Topçu Bağlamında

Şahsen, Nurettin Topçu Hocamızı simasıyla tanımadan önce bir nebze de olsa sesiyle tanıdım, desem yeridir. Yıl 1964 Baharı olmalı, Gaziantep Lisesi ikinci sınıftayız. Okulumuzda Gaziantep’in yerli ailelerinden, kendisi fizikçi olmakla beraber hemen her konuda çok kültürlü olduğu bilinen ve hürmet edilen bir hoca vardı: Ali Fuat Bilen. Onun ayni zamanda ildeki Milliyetçiler Derneği ile de ilgilendiğini, hafta sonları orada zaman zaman sohbetler edildiğini öğrendik. Bir pazar sabahı gittiğimizde 15-20 kişi toplanmış (bavul büyüklüğünde kocaman) bir teypten bir konuşmayı dinliyorlardı. Biz de kulak verdik, Ali Fuat Bilen Hoca, “Doçent Nurettin Topçu Bey’in verdiği bir konferansın bandı” dedi. Uzaktan veya muhtemelen kötü kaydedilmiş bir bant olduğu için, üstelik biz teybe çok yakın bulunmadığımız için net anlaşılmıyordu. Bitmeden kapattılar, Sonra o yumuşak ve tatlı üslûbuyla Bilen hocayı dinledik. Konuşmasını fazla anlayamasak da Nurettin Topçu’nun sesini ilk defa orda duymuş olduk. Hep merak ettim, acaba Hoca orada hangi konuda konuşuyordu? Üniversiteye gelince öğreneceğiz ki, 1953 yılında kapatılan “Türk Milliyetçiler Derneği”nin ardından merkezi İstanbul’da kurulan bu dernek, ağırlıklı olarak “Anadoluculuk” eksenli bir milliyetçilik programı takip ediyordu. Dernek tüzüğünü İstanbul’daki milliyetçi üniversite talebelerin ağabeyi Rahmi Eray’ın desteğiyle zamanın gençleri Prof. Orhan Okay ile Av. Ferruh Bozbeyli (sonra TBMM ve Parti G. Bşk.) hazırlamışlardı. Bu mütevazı derneğin, başta İstanbul’un fethi ve Mehmet Âkif anma programları olmak üzere düzenli kültür faaliyetleri yapmakla, konferanslar düzenlemekle bir neslin yetişmesinde önemli payı olsa gerek. Banttan dinlemeye çalıştığımız konuşma da muhtemelen Hocanın o konulardaki bir konferansı olmalıydı. Ne var ki, Nurettin Topçu ve idealist arkadaşlarının öncülüğünde 10 yılı aşkın faaliyet gösteren ve o zamanki tabirle “milliyetçi-mukaddesatçı” gençlerin yetişmesine katkıda bulunan bu dernek, ayni yılın (1964) Kasım ayında bazı talihsiz hizipleşmeler sonucu bölünmüştür. Oradan ayrılan ve Topçu Hoca ile arkadaşlarının görüşüşünde hareket eden bir grup, önce “Türkiye Milliyetçiler Cemiyeti”ni sonra da “Anadolu Fikir Derneği”ni kuracaklardır.[2]

Bununla bağlantılı sayılan ikinci hatırayı da sırası gelmişken anlatalım: Yine 1964 baharı. O zamanlar adını sıkça duyuran Türkiye İşçi Partisi’nin Gaziantep’te il kongresi yapılacağını öğrendik. Hoparlörlü taksilerle “Hân- ı Yağma” şiirini okuyarak duyuru yapıyorlardı. Pazar sabahı, tam G. Antep adliyenin karşısında (şimdiki pasajların yerindeki bir kahvede) kongrelerini icra ederken bizler de “ekabir” arkadaşlarımızın teşvikiyle kahvenin önünde 10-15 liseli genç toplandık, sonra da takip üzere içeri girdik. O sırada genel başkanları Mehmet Ali Aybar konuşuyor ve şimdi aklımda kaldığına göre, “artık dünyada sosyalizmin tek bir merkezi olmadığını, Moskova’dan başka merkezleri de bulunduğunu” anlatıyordu. Kongre’nin sanırım ortalarına doğru bizler dışarı çıkıp o zamanki mâlum sloganlarla bağrışmağa başlayınca içerden bir grup partililer ve gençler dışarı fırlayıp bize saldırdılar. Ne onlarda bir sopa v.s. var ne bizde, yumruk yumruğa bir kavga başladı. Ama şehrin merkezi olduğu için gürültüye caddeden koşarak gelenler oldu ve neredeyse her gelen bize arka çıkıyordu. Partililer içeri kaçtılar ama kısa bir müddet sonra sanki bütün Antep halkı oraya yığıldı. Müdahale eden polisler kahveyle halk arasında bir kuşak oluşturdu ve o anda sanırım kongreleri de tamamlanamadan başta G. Başkan M. Ali Aybar olmak üzere bütün yöneticiler aleyhte tezahürat altında polis koridorunun arasından adliye binasına geçirildiler. Bizler de böylece ilk sözde kahramanlığımızı tadıp, akşam arkadaşlarımıza öğünerek anlattık. Belirtmeliyim ki, bu benim (bu cinsten) ilk ve son kahramanlığım (!) oldu; bir daha (şüphesiz hayli mitinglere katılsak da) bu kabil bir nümayişe girdiğimi hatırlamıyorum. Çünkü olayın şekli geçekten çirkindi. Dört yıl sonra 1968’de Sovyet Rusya’nın Çekoslovakya’yı resmen işgali üzerine Aybar’ın, “sosyalizmin güler yüzüne gölge düşürdüler” tepkisini gazetelerden okuyunca ne kadar kötü bir iş yaptığımızı daha çok düşünmüşümdür. (Tabii, o tepki Aybar’a pahalıya mal oldu. Onun “millî sosyalizm” tezine karşılık, “enternasyonalist” olan ekipler partiyi elinden aldılar ve kendini siyaseten bitirdiler. Sonra anlayacağız ki, Aybar Türkiye şartlarında daha sağlıklı düşünmekte ve o gün itibariyle “pratikte enternasyonalizm, Sovyet çizgisine körü körüne bağlılığa dönüşmüştür.” demektedir. Kendilerinin buna kesinkes karşı olduğunu ve bu farkın onların “en temel ayırıcı özellikleri”ni teşkil ettiğini söylemektedir.)[3]  Özellikle de gün gelip M. Ali Aybar’ın Nurettin Topçu ile milli meseleler ve yakın tarih hakkında hayli ortak düşünceleri olduğunu, Hocamızın onun 1965 Genel Seçimlerinde TİP Genel Başkanı olarak TBMM’ne girdiğini öğrenmesi üzerine, “Hele şükür, Meclis’e bir adam oğlu adam da girmiş”[4] dediğini okuyunca pişmanlığım bir kat daha arttı. Türkiye öteden beri ne badirelerden geçerek bugünlere geldi. (O badireler, maalesef hâlâ da bitmiş değil…)

Nurettin Topçu ve Milliyetçi Sosyalizm Konferansı

Ekim 1965’ten itibaren İstanbul Felsefe Bölümünün öğrencisiyiz. Belki felsefe eğitimi almanın da etkisiyle, o günün şartlarında ve elimizden geldiğince her çeşit fikrî, dinî, ideolojik yayınları, konferansları takip etmeye, çalışıyoruz. (Ne yazık ki, o zamanlar en az olanı da felsefî yayınlardı.)

İstanbul’da ilk izlediğimiz konferansın, Nurettin Topçu’nun “Milliyetçi Sosyalizm” konferansı olduğunu – hâtırat yayınlarıyla tam tarihi açığa çıkınca – yıllar sonra, anladık. Hocayı konferans esnasında sadece uzaktan izlediğimi hatırlıyorum. Önündeki metni seri şekilde okuyuşu ve alkış olduğunda aldırış etmeden devam edişi dikkatimi çekmişti. 27 Kasım 1965’de İstanbul MTTB’de verdiği bu konferansı hayli etkili olmuş ve basında da yankı bulmuştu. Çoğu üniversite öğrencisi olduğu belli olan müthiş bir kalabalık tarafından dinlenmiş, şahsen beni en çok etkileyen konferanslardan biri olmuştu. İçimden, “ilklerini açıkla ardından geliyoruz” diye seslenmek geldiği bile hatırımda. Burada öğrendiğimiz en önemli ilke, Hoca’nın “milliyetçi” diye adlandırdığı,  konuşma sırasında yer yer “İslâmî” sıfatıyla andığı sosyalizmin “bir kul hakkı dâvası” olduğuydu.[5] İşin ilginç yönü, tam bir hafta sonra ayni yerde Necip Fâzıl’ın yanlış hatırlamıyorsam “Milliyetçi (veya İslâmî) Sosyalizm Olur mu?” başlıklı konferans vermesiydi. Üstadı ilk defa Gaziantep’teki Liseli yıllarımızda izlemiş ve hitabetine hayran kalmıştık. İkinci defa dinliyorduk. O da yine büyük bir kalabalığa hitap etti. Topçu’nun adını vermeden sanki tamamen ona cevap niteliğindeydi ve yaptığı esprili benzetmesinden dolayı herkesin aklında kalan şuydu: “İslâmî sosyalizm’den bahsedenler, onu sosyalizm lokomotifine bağlamaya kalkışıyorlar; onlar bilmiyorlar ki, İslâm’ın kendisi lokomotiftir, hiçbir şeyin ardına bağlanamaz.” Benzetme etkileyici ve çekiciydi, ama bana göre maksadı anlatır nitelikte değildi. Topçu’nun, o zaman için buna cevap verip vermediğini bilmiyorduk, çok sonra vermediğini öğrendik. Hoca’yla N. Fazıl’ın o yıllar dargın olduklarını, “cevap niteliğindeki” bu konferansta belki onun da payının bulunduğunu, hatta dargınlığın Hoca’nın vefatına birkaç gün kalıncaya dek devam ettiğini yine sonradan öğrenecektik.[6]

Hareket Çevresinde

Takip eden zamanda 1965 Aralık ayından itibaren Cağaloğlu’nda ve Üniversite yakınlarındaki belli yerlerde bir dergi afişi görmeğe başladık. Büyük şehre doğru yürüyen iki çıplak ayak afişi üstünde, bir dergi ismi: “Fikir ve Sanatta Hareket”. Bunun vaktiyle Nurettin Topçu’nun çıkardığı dergi olduğunu, Ocak ayında yeniden yayına başlayacağını öğreniyoruz, heyecanla bekliyoruz. 1966 Ocak ayı ortalarında – ilân edildiği üzere – Hareket dergisi çıkıyor ve Üniversite önünde elden satılan dergiyi o gün ben de alıyorum; alış o alış, ömür boyu eksiksiz her sayısını takip ettiğim birkaç dergiden biri, hatta ilki oluyor. Satışı yapan Hukuk Fakülteli öğrencinin reklâmı şöyle: Hareket, Hareket!Nerde Hareket orda bereket!”

Hareket’in çıkan bu ilk sayısında, iç kapakta adından sonra en üstünde “Kurucusu, Nurettin Topçu”, en altında “V. Seri” yazıyor. “Sahibi: Ezel Erverdi, Yazı İşleri Müdürü: Abidin Işık.” İlk sayısı isabetli olarak büyük ölçüde “gençlik meseleleri”ne ayrılmış. Şimdiki gözümüzle bakınca anlıyoruz ki çok mütevazı şartlarda çıkarılmış, toplamı yirmi sayfalık ama dopdolu, fikir ve ideal taşıyıcısı bir dergi. O zaman imzasız ilk yazı “Hareket’in Sakladığı Sır” ile “Hareket” imzalı “Felsefemiz” başlıklı çarpıcı ikinci yazının Nurettin Topçu’ya ait olduğunu sonra öğrenecektik. Nurettin Topçu imzalı başyazı niteliğindeki orta sayfa makalesinin başlığı: “Beklenen Gençlik”. Mehmet Kaplan, Ayhan Yücel, Ercüment Konukman, Ali Nihat Tarlan, Ayhan Songar, Emin Işık, Muzaffer Civelek, Mehmet Çavuşoğlu… Sonra bu isimlerin Hareket’in çekirdek yazı kadrosu olduğunu öğreneceğiz. İlgiyle okuyoruz.

İlk yayın yeri Sultanahmet Meydanı civarı, ahşap bir binada ziyaret ettiğimiz dergiye, ikinci olarak Divanyolu, Ersoy Han’a taşındığında gittik. İşte bir cumartesi öğleden sonra yaptığımız bu ziyaretimizde Nurettin Hocayı da daha yakından tanıma fırsatı bulduk. Belki de yurt arkadaşım Mehmet Sılay’la birlikte gitmiştik. Ezel Erverdi’den başka, yine Mehmet Doğan (Kayserili), ayrıca ilk defa orda tanıdığım Emin ve Abidin Işık kardeşler, belki bir iki kişi daha… Kış aylarından biriydi ve hava soğuktu. Bizler oturmuş Emin Işık hocayı dinlerken, 55-60 yaşlarında, ortadan biraz daha uzunca boylu, açık alınlı, açık kumral benizli Nurettin Topçu içeri girdi; herkes ayağa kalktı, o kimseye müdahale ettirmeden paltosunu asıp oturdu. Beni kimse tanıştırma gereği duymadı; sanki eskiden beri gelenlerdenmişiz gibi hemen sohbete başlandı. O günkü üniversitelerden, araştırma ruhu eksikliğinden, üniversitelerdeki makam ve mevki düşkünlüklerinden bahsettiğini hatırlıyorum. Hoca, asistanlar dâhil, herkesin yüksek maaş peşinde olduğunu söyleyince, içimizden birisi asistanların maaşlarının çok düşük olduğunu ifade etti. Biraz duraklayıp, maaşın adı üzerinde maişet temin etmek için verildiğini, başka şeyler de bekleyenlerin bu hizmetleri yeterince yapamayacağını, ayrılıp daha kazançlı  işler tutması gerektiğini filan söyledi. Sonra öğrenecektik ki, bu düşünceler Hoca’nın ferdiyetçi idealizmine işaret ediyordu. Sohbet sırasında içeriye şişmanca, ablak yüzlü, iri gözlü, ortaokul çağlarında bir genç girdi, sonradan Hoca’nın yeğeni Emre Topçu olduğunu öğrendik. Süleyman Demirel yıllarıydı ve Hoca, Emre’nin şişmanlığından kinaye, yeğeninin de ilerde büyüyüp başbakan olacağını söyledi; ona biraz gülümseyerek takıldı.

Sonra bir şekilde şiirden bahis açıldı ve söz “Necip Fazıl’ın büyük şairliği”ne intikal etti. Necip Fazıl’ın şairlik ve yazarlık şöhretinin hayli zirvelerde olduğu, sanırım Büyük Doğu Fikir Kulüpleri’nin de art arda kurulduğu zamanlardı.

Emin Bey, N. Fazıl’ın “Canım İstanbul” şiirinin çok güzel olduğunu söyleyince, Hoca okumasını bekledi galiba; yahut Emin Hoca spontane bir şekilde okumaya başladı:

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar,

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar…

şeklinde daha birkaç mısra okumuştu ki, Hoca “Tamam tamam Emin, öyle güzel şiir olmaz; N. Fâzıl’ın en güzel şiirleri, çok genç yaşlarda yazdığı duygu yüklü olanlarıdır. Diğerlerinin çoğunda, hatta ‘Kaldırımlar’da bile zekâsının

izleri görülür” dedi. Anlıyorduk ki Hoca’ya göre şiir, zekânın hâkim olmadığı duygu işidir. Ve Necip Fazıl’ın büyük şairlik dönemi, şöhretinin dorukta olduğu bu yıllar değil, daha eskisi, tam da gençlik yıllarıdır.

Bu ilk dinlediğim sohbetinde mi idi, yoksa bir sonraki miydi, Hoca “hakikat” konusuna girdi, belki de felsefe öğrencisi oldum için dikkatimi çekmişti. Ünlü 17-18 yy. Fransız Okkazyonalist filozofu Malebranche’ın kitabından hareketle bir tasvir ve değerlendirmede bulundu. Bir bölümü “işte hakikat budur oğlum!” diye bitirdiğini nakletti. (Vaktiyle klasikler arasında tercüme edilen filozofun Hakikatin Araştırılması adlı kitabını sonraları ben de temin edip okudum.)

Sözü bu noktada Topçu’nun bizzat ilk defa şahit olduğum bir tevazu örneğine getirmek istiyorum. Sohbet sanırım yaklaşık bir saat sürdü ve Hoca vedalaşıp kalktı, paltosuna yöneldi; Emin Işık Bey davranıp ısrarla tutmak istedi, Hoca da aynı ısrarla müsaade etmedi, kendisi giyinip çıktı. O zaman hiç anlamamıştım; ne vardı ki, talebesi yaşında bir insan – sonra öğreneceğim ki geçekten de talebesi – bir büyüğünün paltosunu tutsa ne olurdu! Demek ki, o “büyük insan” Nurettin Topçu ise, bu olmazdı. Nihayet onun, bu konularda da hiç kimseye benzemeyen bir tevazu abidesi olduğunu öğrenecektik.

Bir başka dergi ziyaretimde ben tam içeri girerken Hoca çıkıyordu, soğuk bir edası vardı. Ezel Erverdi ve Mehmet Doğan üzgündü; meğer Hoca’nın, derginin o sayısında çıkan yazısı, ihmalden mi yoksa sayfa darlığından mıdır, küçük puntolu dizilmiş; ona sinirlenmiş; böylece Hoca’nın bu konularda fazlaca titiz olduğunu da öğreniyoruz.

Yine bir ziyaretimde, Mehmet Âkif’ten sohbet açıldı. Bilindiği gibi Âkif, Hoca’nın hayran olduğu birkaç şahsiyetten biriydi. “Âkif’in felsefesi”ni onun kadar önemsemiş ve anlatabilmiş bir başkası yok, sanırım. Söz bir ara, Âkif’in zekâ bakımından mağdur bilinen oğlu Emin Efendi’ye geldi, kamyon kasasında yürekler acısı bir şekilde ölü bulunmuş olmasından bahsedildi ve Hoca orada ilginç bir söz etti : “Âkif, bir deha olarak, âdeta bütün kabiliyetlerini belden dimağa çekmişti.” (Oğlu için sanki o yüzden bu kadar geriydi, demiş oluyordu. Bu yorumun biyolojik bir temeli olabilir miydi, bilmiyorum.) Sonra da galiba Âkif’in sosyal meselelere bakışı, toplumculuğu gündeme geldi; o münasebetle emek ve hak dâvası konuşuldu, o arada Hoca, sonra hiçbir kitabında rastlamadığım bir söz sarf etti: “Komünizmin kendisi bâtıl, fakat dâvası hak’tır.” Bu müthiş bir ifadeydi, kitaplarına yazmayışı acaba bir polemiğe meydan vermemek için miydi? Buradan şunu çıkarabilirdik herhâlde: Komünizmin kendisi materyalist bir sistem olduğu için, insan tabiatına aykırı ve felsefi bakımdan da geçersizdir; ama emek ve hak dâvası öylesine önemli ve insanî bir dâva ki, bunu her kim savunuyorsa haklıdır. Mesele bu hakkı hangi yoldan giderek elde edeceğinize bağlı. O hâlde, kendisi de hak olduğunu iddia eden felsefe ve inanç sistemleri, bu dâvayı niçin bâtıl sistemlere bırakıyorlardı? Eğer bu yorumumuz doğruysa bu söz, Topçu’nun anlaşılamayan “İslâm sosyalizmi” tezini de özetlemiş sayılabilirdi.

Bilindiği gibi bu konuyu Hoca 1960’larda, sosyalist-komünist –cereyanların en etkili zamanında daha hararetli şekilde savunmuştu. Ama yazılarını okuyanlar fark etmiştir, bu tezi düşünürümüz esasta daha 1951 yılından itibaren savunmaya başlamıştır. (Konuya ilişkin bir kısım yazıları da Komünizm’e Karşı Mücadele dergisinde yayımlanır ). 1960’lardan sonra daha çok savunması ise, Anadolu’dan gelmiş muhafazakâr- milliyetçi Türk gençlerinin haklı görünen gayeler etrafında yanlış akımların eline düşmesi endişesinden kaynaklanabilir.[7]

(Devam edecek: “Sınıfta Tanıdığım Nurettin Topçu”)

[1] 23-24 Mayıs 2025 tarihlerinde Bursa Yıldırım Belediyesi ile Uludağ Üniversitesi’nin birlikte düzenledikleri “Yıldırım’ın Huzurunda Bir Mütefekkir: Nurettin Topçu” Sempozyumunda sunulmuş tebliğ metninin yeni şeklidir

[2] Ercüment Konukman, “Anadoluculuk”, Hareket Dergisi, Sayı: 1, İstanbul, Ocak 1966, s. 8. Çok daha sonraları ise bu derneğin gerek selefi olan Türk Milliyetçiler Derneği, gerekse halefi sayılan Türkiye Milliyetçiler Cemiyeti hakkında uzun iki makale yayınlamak kısmet oldu. (Bkz. Türk Milliyetçiler Derneği’nden Türküye Milliyetçiler Cemiyeti’ne – I ve II -: Türk Yurdu dergisi Eylül 2011 ve Mart 2012 Sayıları.)

[3] S. Seyfi Öğün, “Zor zamanda İlkeli Düşünmek Ya da N. Topçu ve M. A. Aybar”, Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye, İstanbul 1995, s.225.) Düşünürümüz Nurettin Topçu ise – o zamanki cepheleşme dâhilinde akla gelmeyecek bir şekilde – Aybar’ı ayrıca takdir edenlerdendir; (a.g.m. s. 222.) Nihayet Aybar’ın 1970’li yıllarda “Sosyalist Parti” ve benzeri denemeleri sonuçsuz kalır; kendisi tek kelimeyle yalnızlığa mahkûm edilir. Fakat sonra öğreneceğiz ki, Aybar daha Ünivesite’de doçentken 1940’lı yıllarda “şeflik dönemi”ne karşı “Zincirli Hürriyet” adıyla haftalık çıkarır ve o yüzden öğretim üyeliğinden ayrılır; yani o zamandan sosyalist, ama bağımsız kişilikli birisidir.

[4] Öğün a.g.e. s. 222.

[5] Konferans sonrası dinlenme odasına geçerken ardından giden “ekabir” ve “İslâmcı gençler” hemen sormuşlar: Hocam bu görüşleriniz için İslâmî dayanağınız nedir? Hoca da yanılmıyorsam, “Zenginlerin malında fakirlerin hakları var” hükmünü hatırlatmış ve ashaptan Ebuzer Gıfârî’nin hayatından örnekler vermiş.

[6] Bu dargınlığın hikâyesi yazıldı ve biliniyor. Merak edenler için Bkz: Ezel Erverdi, Nurettin Topçu/Dünden Kalanlar, Yarına Umutlar, Dergâh yay. İst. 2018, s.s. 144-146 ve 501-505.

[7] Topçu’nun “İslâm Sosyalizmi” yazıları Ahlâk Nizamı kitabında toplanmıştır.. Buradaki “Eşitlik Dâvası”,  “İstismarı Kaldıran Adalet”, “Aradığımız Nizam”, “Yeni Nizamın Ana Hatları” gibi makaleler, 1951- 52 yıllarında andığımız Komünizme Karşı Mücadele’de çıkmış olanlardır. Bkz: Ahlâk Nizamı, N. Topçu Külliyatı, Dergâh yay. İ