Selim Gürbüzer


BIYOKIMYA MUCIZESI


Hayat kimyasi insanoglunun merakina mucip olmustur hep. Iste merak bu ya, bunun neticesinde Biyokimya ana bilim dali kol olarak Genel kimya ve Klinik kimya iki baslik altinda inceleme alaninin konusu olmustur. Ana kollar da malum kendi içinde organik kimya, inorganik kimya, fizikokimya alt dallara ayrilaraktan fizyoloji, biyoloji ve mikrobiyolojinin daha da anlasilir hale gelmesinde referans kaynagi olma yönünü teskil etmislerdir. Keza kimya bilim dali da kendi içerisinde yapisal biyokimya ve dinamik biyokimya diye iki alt bilim basligi altinda dallara ayrilip böylece hücrenin kimyasal yapisi, biyokimyasi ve fonksiyonu bakimdan referans kaynak bilim dallari olmuslardir. Derken biyoloji, kimya, fizik, astronomi ve tüm fen bilimleri bir bütün halde düsündügümüzde adeta birbirleriyle el ele, gönül gönüle vererekten biyokimya hayatinin anlasilmasinda renklilik ve zenginlik katmislardir. Bu arada son derece öneme haiz bu denli engin biyokimya çesitlilik deryasi içerisinde asil bu çesitlilige renklilik ve zenginlik katan kudret sahibinin hiç kuskusuz Vâcib’ül Vücud Yüce Allah (c.c) oldugunu da idrak etmis oluruz.

Her ne kadar evrimciler biyokimya âleminin ultraviyole isinlar, kozmik isinlar, isi, rutubet ve diger birtakim çevresel faktörlere bagli olarak cansiz maddelerden kendi kendine meydana geldigini söylenip dursalar da, umut ederiz ki bir gün onlarda akillarini baslarina alip tüm biyokimya âleminin Yüce Allah tarafindan yaratildigi çizgisine gelmis olurlar. Bu çizgiye gelmeleri de gerekir zaten. Baksaniza hayatinda hiç mürekkep yalamamis bir kisim insanlar bile biyolojik nizamin tesadüfe meydan vermeyecek sekilde dizayn edildigini sezip dillendirdiklerine göre bu noktada akil yürütmekte mahir evrimcilerin haydi haydi sezmenin ötesinde çoktan yaratilis mucizesini akl edip sirati müstakim çizgisine gelmeleri gerekirdi. Yeter ki ön yargilardan siyrilsinlar yaratilis mucizesini an be an kavramak hiçte zor olmayacaktir. Hatta sadece evrimciler degil bizler de cansiz varliklardan canli varliklar meydana geldigi tezini birde tam tersinden okumaya çalistigimizda yaratilis mucizesi olan biyokimyanin dilini çok rahatlikla anlamamiz an meselesidir diyebiliriz. Yani diri iken ölümlü hale gelmek ya da ölüyken diri hale gelmek nasil olur bunu ancak biyokimyanin dilini çözmekle çok daha iyi anlar hale gelecegiz demektir. Nitekim canlilar ölüp topraga karistiklarinda mikroorganizmalarca parçalanmaya ugrayip en küçük inorganik maddelere kadar ayrisabiliyor. Tipki bu mükemmel donanima sahip bir sarayin yikimiyla birbirinden ayrisan taslarin enkaza dönüsmesinde oldugu gibi bir durumdur. Her ne kadar yikim neticesinde ayrisan taslar baslangiçta ki orijinal halinin yitirmis olsalar da sonuçta bir mühendislik kafasiyla dagilan tas parçalari yontulup islenerekten yeniden bir saray insa etmek pekâlâ mümkün olabiliyor. Öyle ki Risale-i Nur kitaplarinda bu husus “Nasil ki bir köy muhtarsiz olmaz, bir saat ustasiz olmaz, elbet bu kâinatta yaraticisiz olmaz” tarzinda izah edilir de. Iste Said Nursi Hz.lerinin misal getirdigi bu örnekten de hareketle sunu gayet çok rahatlikla söyleyebiliriz ki; hiçbir eser asla kendi kendine meydana gelmez, illaki yaratici bir el devreye girmeli ki eser meydana gelebilsin.

Aslinda yaratilis mucizesini derinlemesine tefekkür eyledigimizde bikere anne karninda ki bir bebegin yeme ve içme gibi biyokimyasal beslenme faaliyetlerini ta dogmadan önce 9 aylik bir süreç içerisinde ögrenmis oldugunu müsahede etmekteyiz. Dünya hayatinda ise bulugu çagina kadar anne ve babanin kontrolünde biyokimyasal beslenme faaliyetlerini yürüten bir çocuk, belli bir yastan sonra ebeveynlerin kontrol altindan çikip artik kendi biyokimya faaliyetini ve düzenini kendisinin idare etmesi gerektigi bilincinden hareketle kendini hayat yolculuguna adamis olur. Derken hayat yolculugunda heybesine koyabilecegi kendisi için gerekli olan biyokimyasal gidalari temin etmek ugruna bir yandan alin teri dökmenin kiymetini idrak etmis olurken diger yandan da beslendigi gidalarin bir anlami oldugunu idrak etmis olacaktir. Iste bu nedenledir ki bir kisim mütefekkirler biyokimya bilim dalina hayatta var olma, günü gelince hayattan çekilip yok olma ve ahirette ise yeniden var olmayi hatirlatan “biyohayat” gözüyle bakmislardir. Zaten biyokimya kavraminin bas ekini olusturan “Bio” ibaresi cana can katmak anlaminda ‘hayat’ demek olduguna göre, elbette ki bu noktada bizlere de Hünkâr Haci Bektasi Velice “Gelin canlar bir olalim, iri olalim, diri olalim” demek düsecektir. Hem nasil Hünkâr Haci Bektasi Velice demis olmayalim ki, baksaniza insan biyokimyasini olusturan pek çok organ topluluklarinin olusturdugu birliktelikler sayesinde hem disaridan aldigimiz gida ürünleri moleküler seviyelere kadar parçalanmakta hem de kan dolasimi yoluyla da tüm hücrelerimize kadar paket servisi hizmeti de yapilmakta. Elbette ki bu durumda bizler iri ve diri olmayacak da ya kim olacak? Gerçekten de böylesi müthis biyokimyasal faaliyetler esliginde insan biyokimyasinin % 66’i su, %16’i protein, % 13’ü yag, % 5-6’si mineraller ve az miktarini da vitaminler olusturup bu sayede iri ve diri olmamiz saglanmakta. Ancak bu demek degildir ki, ne de olsa vücut iklimimizde kurulu bir biyokimya hayat ve biyolojik bir nizam var diye, disaridan aldigimiz besinleri tika basa gelisigüzel ölçüsüzce sindirip har vurup harman savuracagiz. Oysaki tam aksine gida israfindan uzak duraraktan karari kararinca diyet ölçülerine uymak gerekecektir. Nitekim diyetisyen uzmanlarinca söz konusu yanlis beslenme aliskanliklari su basliklar altinda ele alinmis da:

-Asiri beslenme (süralimantasyon),

-Tek yanli beslenme,

-Yetersiz beslenme,

-Beslenememe (plansiz ya da dengesiz beslenme neticesinde vücudun alarm vermesine neden olan beslenme yetersizligi türüdür: malnütrisyon).

Iste bu yanilis beslenme basliklardan da öyle anlasiliyor ki asiri yeme ve asiri çesitlilik vücuda fazla besin yükledigi gibi pek çok organin hareket kabiliyetinin kisitlanmasina da neden olmakta. Derken, akabinde siroz, mafsal hastaliklari, dis çürümeleri, tansiyon, obezite gibi bir takim hastaliklara davetiye çikarmakta da. Çünkü her yiyecegin sindirim ve hazim müddeti farklilik arz edip asiri gida yüklenmesi birtakim hastaliklari tetiklemekte. Nitekim Yüce Allah (c.c) asiriya kaçacak beslenmeler için; “Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz” (A’raf, 31) diye beyan buyurmakla bu gerçege isaret etmistir. Madem öyle, biyokimya düzenimizi bozacak olan “Çogu zarar, azi karar” atasözünü ideal beslenme sitemimiz için düstur edinmemiz gerekir.

Tek yanli beslenme ise gida ürünlerinden bir kisminin ya fazlaca alinmasi ya da az alinmasina dayali bir beslenme diyetidir. Düsünün ki; bir insan bir yandan sadece karbonhidrat bakimdan zengin gidalarla beslenirken, diger yandan vitamin bakimdan zengin olan bitkisel yiyecekleri ihmal etmektedir. Elbette ki böyle bir beslenme aliskanligiyla da o insanin vücut biyokimyasinin alarm verecegi muhakkak.

Yetersiz beslenme ise malum adindan da anlasildigi üzere vücuda hayat enerjisi saglayacak besinlerin yeterince takviye edilememesi durumudur. Iste biyokimyacilar bu noktada vücut için gereken miktarda ki enerji miktarini ‘bazal metabolizma’ olarak tanimlamislardir. Zira vücut için gereken bu miktari karsilayabilecek enerji 1600 - 1800 kalori arasi bir deger kabul görüp, bu degere yakin ya da alt sinir degerde beslenmenin ortaya koyacagi enerjik durum sise ‘subnütrisyon’ olarak karsilik bulur. Keza vücudun 1000 kalorilik bir degere denk düsecek derecede güçten ve takatten düsme hali diyebilecegimiz beslenme biçiminin ortaya koyacagi yetersiz enerjik durum da ‘ inanisyon’ olarak addedilir. Su da var ki, vücudumuz için gerekli olan besin maddelerini aldigimiz halde istenilen türden fayda elde edilemiyorsa bu demektir ki plansiz beslenmenin neticesi bir durumdur bu. Dolayisiyla bu tip durumlarda ister istemez organik bozukluklardan tutun da sindirim sistemi bozukluklarina kadar bir dizi biyokimya tetkik degerlerimiz normal degerlerin disinda alarm verecektir. Nitekim dengesiz beslenme durumlarinda vücut organlarimiz alarm verip her bir organ kendini olusturan dokulari bile yikmayi (katabolizma) göze alabildigi bilinen bir gerçekliktir. Hatta bu söz konusu yikim % 25’lik bir doku harabiyetine yol açarda. Hele birde doku hayatiyetinin zirve yaptigini düsünün, bu durumda o kisi için ölüm kaçinilmaz hal alacaktir. Ancak bazi istisnai durumlar da vardir ki, o da malumunuz doku hayatiyetiyle birlikte kayip orani % 50 civari olmasina ragmen hayatta kalabilen hastalarda karsimiza çikabiliyor. Öyle anlasiliyor ki, yukarida bahse konu olan tüm bu beslenme türü diyetlerinden asil çikaracagimiz ders; yedigimiz gidalarin ne kadari protein veya ne kadari vitamin içerdiginin bilgisini edinmekten daha çok bunlarin ne kadarini vücut biyokimyasini karsilayacak miktarlarda alinmasi yönünde geregini yerine getirmek çok mühimdir. Bakin bu hususta Hz. Mevlana “Bilmek baska, bulmak baska, olmak daha baskadir” demek suretiyle bu gerçege isaret etmistir. Madem öyle, bizde bu ögüte kulak verip bildiklerimizden hareketle vücut biyokimyamizdan gelen sinyaller esliginde tez elden mutlaka bir saglik kurulusunda biyokimyasal tetkiklerimizi yaptirmakta fayda vardir elbet. Icabinda tetkik yaptirmakta yetmez doktorun yazdigi reçeteye göre hareket etmek de gerekir. Nitekim Erzurumlu Ibrahim Hakki Hz.leri de vücut biyokimyamizin dengesine yönelik bakin ‘Marifetname’ adli eserinde bir takim reçeteler sunup özetle:

-Safra maddesini mahveden soguk yiyecek ve içeceklere alismamak gerektigini, keza isitilip kurutmaya birakilan yemeklerden siddetle kaçinilmasi gerektigini, kavun türü sulu meyveleri bolca tüketilmesi gerektigini, sabahin ayazindan korunmaya dikkat edilmesi gerektigini, kisin ise yünlü elbiselerin giyinmenin yani sira yagli yemekler yemenin vücudun sihhati için gerekli oldugu yönünde ögütte bulunmuslardir. Tabii tüm bu ögüt olarak sundugu reçeteler bunlarla sinirli degil elbet, dahasi var. Söyle ki;

-Deniz seyahatinin kan, safra sivisi gibi sivilarin akisina olumlu etki yapip mide için faydali olacagini, hatta yemekten 2–3 saat sonra uyuklamanin yararli olacagina da dikkat çeker. Hakeza sihhat açisindan uyuma adabi olarak da önce sag omuzunun üzerine yarim saat yatmanin (cigerin mideyi isitmasi bakimdan olsa gerek), sonrasin da ise sol tarafa dönüp 2 saat kadar uyumanin evla olabilecegini ögütlemislerdir.

-Bu arada ab-i hayat kaynagi olan suyu mutlaka yemekten 2 saat sonra içmek gerektigini, yemek arasinda su içmenin birçok hastaliklari önledigini vurgulamanin yani sira bunun tam aksine hele bilhassa sabah terliyken, mide bosken veya meyvenin üzerine su içmenin de risk teskil edecegini ögütlemislerdir.

Tabii yukarida madde sirladigimiz ögütlerin disinda meseleye birde biyolojik metabolizma açisindan baktigimizda vücuda alinan besin maddelerin canlilarin sindirim sistemleri sayesinde özümlenmesi (asimile edilmesi) ve protein sentezinin olusumunu (anabolizma) saglamakta oldugunu görürüz. Ancak bu arada unutmayalim ki; yedigimiz gidalarin hem bedenimiz, hem de ruh dünyamiz üzerinde birtakim biyosimik etkilerini de göz önünde bulundurmamiz gerekir. Hele ki ruhumuzun beden kafesi içerisinde dünyaya açilan pencere olmasi hasebiyle Yüce Allah’in kullari için yarattigi yeryüzü sofrasi nimetinin vücut iklimimize aldigimizda ortaya çikan tabloda gerek amino asit bazinda, gerek protein bazinda, gerek vitamin bazinda ve gerekse atom bazinda bir takim metabolik etkilerinin oldugu muhakkak. Nitekim Savorin, yedigimiz gidalarin vücut iklimi üzerinde etkisini “Lezzetin felsefesi” adli eserinde söyle dile getirir de: “Bana ne yediginizi söyleyin, sizin kim oldugunuzu haber vereyim.”

Hatta Savorin bu gerçegi sadece dile getirmekle de yetinmeyip bir takim arastirmalara dayanarak yaptigi çalimlarla bitkisel ortamlarda beslenenlerin daha halim, daha salim, daha uysal insanlar oldugunu, etçil olanlarin ise daha kaba, atik ve kavgaci özelliklere sahip oldugu yönünde tespitlerde de bulunmuslardir. Nitekim bu tespitini örneklendirecek olursak mesela Alman imparatoru Bismark yasadigi hayati obur beslenme tarzina göre dayandigi içindir olsa gerek bir bakiyorsun I. Dünya savasinin seyrini kan ve demir yumruk politikalar ekseninde yürütmüs oldugunu görebiliyoruz. Keza Mahatma Gandi’nin hayat serüvenine baktigimizda obur yasamanin tam aksine keçi sütü, hurma vs. türü birkaç sayili gidalarla hayatini tanzim etmisliginden olsa gerek, mazlum aç sefil insanlarin sesi ve sivil itaatsizligin öncüsü bir lider oldugunu müsahede etmekteyiz. Tasavvufu hayat yasayanlarda ise hele bilhassa riyazet metodunun düstur edinmis tarikat erbabinin Peygamberimiz (s.a.v)’in; “Dertlerin meskeni midedir” hadis-i serifin mana ve ruhunu kendilerine ölçü alaraktan mesreplerinin geregi “Bir lokma, bir hirka” anlayisinda bir yol izleyerek nefislerini terbiye edip öyle seb-i arus eylediklerini müsahede etmekteyiz. Ilginçtir Hz. Mevlana lokma hususunda o kadar hassasiyet sahibidir ki, bir bakiyorsun agzina aldigi lokmadan süphe duydugunda yazdigi Mesnevinin ikinci cildini bir yil erteleyip böylece Ümmet-i Muhammed’e haram lokmadan kaçinma yönünde davranis örnegi sergilemislerdir.

Tabii beslenmemizde meseleye takva boyutuyla bakmak iyi hosta, icabinda bu da tek basina yetmez, birde meseleye besin zincirinin vücut iklimimizde olusturdugu biyokimyasal etkisi yönünden de bakmak gerekir. Bu hususta malum Kimyanin kurucusu Lavoisier’in organik maddelerin biyolojik oksitlenme veya oksijenli solunumla yanma sonucu karbondioksit (CO2) ve su (H2O) açiga çiktigini ve yaptigi birçok organik kimyaci bitkisel ve hayvansal kaynakli analiz çalismalarla da hem hayata dair birtakim ipuçlari elde etmis hem de biyokimya bilim dalinin dogusuna vesile olmuslardir. Derken bizlerde bu sayede biyokimyasal veriler isiginda; canlilardan bir kisminin besin zincirini kullanirken oksijen kullanarak (aerobik solunum) enerji elde ettigini, bir diger kisminin da mayalanma denen oksijensiz (aneorobik) solunum sistemi kanaliyla enerji sagladigini idrak etmis olduk. Nasil mi? Mesela glikozun oksijensiz ortamda mayalanmaya ugradiginda 2 adenozin trifosfat (ATP) enerji elde edilirken, ayni glikozdan oksijenli ortamda ise 38 ATP’lik bir enerji elde edilmesi bunun bariz örneklerini teskil eder. Dahasi biyokimyacilar tarafindan önümüze konulun bu veriler hiç süphesiz 1861 yilinda Louis Pasteur’un ilk defa ortaya çikardigi bir takim çalismalarin neticesinde bu noktalara gelerek ögrenmis bulunmaktayiz. Madem öyle bu meselede ögrendiklerimizi özetle söyle de sematize edebiliriz pekâlâ:

 

GLUKOZ

+ 2ATP

2 PIRUVIK ASID

6O2 + 38 ATP

6CO2 -6H2O

a-oksijenli solunum.

 

GLUKOZ

+ 2ATP

2 PIRUVIK ASID

?

MAYALANMA ÜRÜNLERI

b-oksijensiz solunum.

 

Iste yukarida özetle sematik olarak sundugumuz bu bag yapisindan da anlasildigi üzere oksijen yoluyla daha çok hayat enerjisinin elde edilecegi anlasilmakta. Öyle ki oksijenli solunumda pirüvik asid 6 molekül oksijenin devreye girmesinin akabinde karbondioksit ve suya parçalanip hayat için gerekli olan 38 ATP’lik enerjik olusumu vuku bulurken, oksijensiz ortamda ise glikoz molekülü 2 pirüvik aside yikimi gerçeklesmek suretiyle mayalanma ürünlerinin (alkol ve laktik asit vb. moleküller) olusumu vuku bulmakta. Yani solunum hadisesinde önce yakit tanki olarak glikoz kullanilmakta, sonrasinda ise yakit tanki pirüvik aside ayrisaraktan iki hidrojen ve iki molekül ATP enerjisi meydana gelmekte. Tabii bu is burada bitmiyor, birde bunun ikinci safhasinda pirüvik asitten karbondioksitin ayrilma isleminin gerçeklestigi asamada söz konusudur. Böylece ikinci asamada ayrisan iki karbonlu moleküllü yapilar tipki degirmenin çarklari arasinda bugdayin ögütülmesine benzer bir islemle krebs döngüsünden geçmenin neticesinde hidrojen ve karbondioksit molekülleri tesekkül etmis olur. Böylece bu krebs döngüsü sayesinde hidrojenin oksijen üzerine transfer edilmesiyle birlikte ab-i hayat su ve enerji kaynagi ATP elde edilmis olunur.

Bilindigi üzere Kimya bilim dalinin en ince ayrintilarinin kesfedilmedigi yillarda organik moleküllerin ancak bitkiler ve hayvanlar tarafindan yapilabilecegi kanaati hâkimdi. Fakat 1878 yilina gelindiginde Alman Kimyager Wohler insan ve hayvan organizmasinin protein metabolizmasinda son ürün olarak ortaya çikan üreyi inorganik maddelerden sentez etmeyi basararak o güne dek birtakim alisila gelmis inanislari yikabilmistir. Yani protoplazmanin islenip parçalanmasi sonucu açiga çikan enerjinin yani sira birtakim basit maddelerin olusmasi (katabolizma) gerçeklesmektedir, derken katabolizma faaliyetlerinin akabinde üre ortaya çikmaktadir. Hatta ürenin hidroliz olmasiyla da karbondioksit (CO2) tesekkül etmekte. Hele bilimsel çalismalar ilerledikçe daha sonralari (1884) sirkeye eksilik özelligi katan asetik asetin sentezi de gerçeklesebilmistir. Bu arada Louis Pasteur’in fermantasyon (mayalanma) üzerindeki genis arastirmalarindan ilham alan Brucher, bilim dünyasinin pekte alisik olmadigi enzim kavramina dikkat çekmistir. Böylece anabolizma, katabolizma ve enzim derken birçok gelismeler gün yüzüne çikmis olur. Söyle ki; bir çözeltinin asitlik ve bazlik degerini belirleyen pH kavramiyla birlikte vücutta olusan birçok nötralizasyon reaksiyonlarina ait fikirler gelistirilmis, ardindan nükleik asitler kesfedilmis ve daha sonralari kas içerisinde organizmaya enerji saglayan ATP’nin varligi kesfedilip böylece bilim dünyasi bu sayede yeni bir soluk almistir. Mesela bu sayede yesil bitkiler tarafindan besin maddelerin sentezinde kullanilan günes enerjisinin dönüsüm geçirerek hayvansal hücreler içerisinde ATP enerjisi seklinde depo edilip ATP’nin protein ve nükleik asit olusumunda rol almasinin yani sira kas kasilmasi esnasinda kullanildigi ortaya konulmustur. Derken bir baska arastirici Knoop’ta yag asitlerinin organizma içerisinde ß- oksidasyon olayi sayesinde yikildigini göstermistir. En nihayet bütün bu gelismeler isiginda Embden- Meyerhof’un kasilan kasta laktik asit (glikoz) tesekkülünün nasil saglandigi, oksijen sarfiyati ve isi tesekkülü arasinda nasil bir baglanti bulundugunu bilim dünyasina göstermesiyle birlikte gerçek anlamda modern biyokimyanin start aldigi söylenilebilir. Yani tüm bu tecrübelerin birikimi sonucunda; gerek kas özütünden enzim ve substratin izole edilmesi, gerekse glikozdan laktik asit tesekkülü gibi birçok karanlikta kalan metabolik reaksiyonlar aydinliga kavusmustur. Tabiî ki bu bilimsel çalismalara virüsleri de dâhil edebiliriz. Ki; bir takim analitik çalismalarla virüslerin nükleoprotein yapisinda oldugu belirlenmis, böylece canlilik ve cansizlik kavramlari arasinda kesin bir sinir bulunamayacagi düsüncesi iyice zihinlere yerlesivermis oldu. Hatta bazi enzimlerin kofaktör (bazi mineraller) veya vitaminler arasinda vuku bulan baglantinin kesfedilmesi hadisesi ise yaramis olsa gerek ki söz konusu maddelerin canli organizmada ne gibi görevlerinin oldugu hususunda birçok olaylar açikliga kavusturulmustur.

Ingiltere’de Oxford üniversitesinden Hans Adolf Krebs’in çalismalariyla da biyokimyanin en önemli reaksiyonlarini olusturan trikarboksirik cirrusu (TCA) veya diger adiyla Krebs sikrusu (Krebs çemberi) kesfedilmistir. Bu bulustan sonra, gerek Hans Adolf Krebs ve gerekse diger arastiricilar bos durmayip yapilan çalismalarla karbonhidrat, lipit, karbondioksit (CO2) ve su (H2O)’ya tam yükseltgenmenin trikarboksirik asit döngüsünde ayni ara maddeler üzerinde tesekkül ettigini ortaya koymuslardir. Hakeza Asetil Ko-enzim- A (Co-A)’nin kesfedilmesiyle birlikte aktif asetatin asetil Co-A oldugu anlasilmistir. Ayrica daha sonraki çalismalarla glikozun Embden-Meyerhof yolu veya trikarboksilik asit döngüsü yolundan baska, pentoz fosfat yoluyla da katabolizma (yikim) islemlerinin gerçeklesebilecegi ortaya konulmustur.

Bilindigi üzere canli organizmalarda bulunan moleküler yapi son derece karmasik bir sistem üzerine kuruludur. Dolayisiyla canli sistemin makroskobik yapisini anatomi, mikroskobik yapisini histoloji dali temsil eder. Fakat biyokimyasal olaylar daha çok fizyolojinin konusu alaninda yogunlastigi gözlemlenmistir. Bununla birlikte, biyokimya bilim dali detaya yönelik incelemesini ise morfolojik, fonksiyonel, ultra mikroskobik, moleküler alan, molekül topluluklar, iyonlar gibi birçok alt basliklar altinda yapmaktadir. Nasil mi? Mesela bir bilim adami morfolojik ve moleküler yönden bir canli yapisini incelerken bir bakiyorsun iyonlarin canli sistemde nasil yayildigiyla alakadar olabiliyor. Fonksiyonel yönden ise birtakim moleküllerin ve iyonlarin canli sistemde nasil tesekkül ettigini, hatta bunlarin organizmada ugradiklari kimyasal degisiklikler sonucu nasil son ürün haline gelip hangilerinin nasil disari atildiklarini göstermek yönünden de inceleme konusu olmakta.

Elemental Denge

Atom maddenin özü olup bazen bir isik, bazen bir elektrik, bazense enerji tarzinda tezahür etmektedir. Hele hele yer kabugunda mevcut 22 tane atom vardir ki; bunlar canlilarin bilesimini tayin edip, özellikle bunlar arasindan 16 tanesi her çesit organizmada bulunabiliyor. Söyle ki; en çok bulunan elementler H, O, N ve C olup, bunlar birçok hücre yapisinin %99’unu olustururlar. Hatta bu maddeler devamli bir döngü çerçevesinde biyolojik oksitlenme sonucu organik halden inorganik hale dönüsebiliyor. Böylece ortamda hiç oksijen kalmayincaya kadar bu durum kendi yataginda akip devam ediverir de. Anlasilan o ki, gerek azot, gerekse karbon maddesi hayati fonksiyonlar icra etmek için ayarlanmis elementlerdir. Bu yüzden her iki elementinde gezegenimizde azot ve karbon çevrimi adi altinda döngüsü söz konusu olup, zaten hayat bu tür döngüler sayesinde denge kazanmaktadir. Böylece azot, karbon ve kükürt ayrisma yoluyla yeniden kullanilabilir hale gelmis olurlar. Mesela organik maddeler solunum esnasinda oksitlenerek aerobik bakterilerin faaliyetleriyle azot maddesi önce sirasiyla amonyak, nitrit ve nitrat türü oksidasyon ürünlerine çevrilebiliyor. Daha sonra nitratin günes isigi yardimiyla asimile edilmesiyle birlikte ortaya çikan aerobik çürüme veya anaerobik bakterilerin oksijensiz ortamda yürüttükleri azot, karbon ve kükürt evrelerini kapsayan anaerobik ayrisma islemi sonucunda eleman bazinda denge gerçeklesivermis olur. Azot hem hidrojenle bag kurup gerektiginde oksijen ve flor elementleri arasinda yerini alan bir madde olarak, hem de kromozomlari olusturan nükleik asitlerin ana çatisini olusturan gözde bir element olarak dikkat çekmektedir. Hatta bu element, proteinleri meydana getiren amino asitlerin yapisina da girmektedir. Iste görüyorsunuz Yüce Allah’in (c.c) ‘ol’ emri dogrultusunda madde sekilden sekle çevrilerekten tüm yarattigi canli mahlûkat riziklanip tekrar aslina döndürülmektedir. Nitekim Yüce Rabbimiz bu hususta; “O’nun zatindan baska her sey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz” (El-Kassas, 88) diye beyan buyurmakla bu gerçege isaret eder.

Bilindigi üzere elementleri ilk defa periyodik cetvel tablosunda listeleyip sistematige eden kimyaci Dimitriv Ivanovic Mendeleyev’tir. Iyi ki de sistematize etmis, bu sayede elementlerin tasniflemesinin ortaya çikardigi bir gerçeklik vardir ki; hiçbir elementin rastgele dizilemeyecegi, yani bir kanuna tabi olarak seyr-i âlem eyleyecegi gerçegini fark etmis olduk. Hatta bu dizilimde net bir sey görülüyor ki tesadüf denilen ucube yaratiga bu periyodik cetvel tablosunda bile yer yoktur. Bu yüzden Mendeleyev’in atom agirliklarina göre cetvel düzenlenmesini önemli bir hadise görüyoruz. Daha sonralari Henry Moseley yaptigi bir deneyle; çok hizla hareket eden elektronlarla elementleri bombardimana tuttugunda her birinin farkli dalga boylarinda X isinlari yaydigini da gözlemledi. Iste bu farkli dalga boylarina göre elementleri sistematik bir sekilde dizdiginde Mendeleyev’in belirledigi cetvelin bir benzerinden baskasi olmadigini, yakinen görme sansi elde etmis oldu. Gelinen nokta itibariyle elementler ister atom agirliklarina göre dizilsinler ister proton sayisina göre dizilsin fark etmez, sonuçta ayni periyodik cetvelle karsi karsiya kalinacagi gerçegini degistiremeyecektir. Bu demek oluyor ki atomlar hem proton adedince sira özelligi kazanmakta, hem son yörüngelerinde elektronlarin (+) veya (-) yüklülük degerlerine göre deger almaktalar, hem de periyodik cetvel tablosunun ayni sütununda bulunan elementlerin benzer özellik sergilemelerine binaen grup özelligi kazanmis olurlar. Bir baska gerçek ise periyodik cetvelde yer alip ancak dünyadan bir sekilde firar edip uzaya karismis bulunan elementlerin varligidir. Iste uzaya kaçmis He, Ne, Kr, H, Xe, Ar ve N gibi atomlar bunun tipik misalidirler. Hele hele bunlarin içerisinde %1 oraninda atmosferde dikkat çeken bir baska element olarak argon gazi vardir ki, sayet bu element olmasaydi belki de bugün elektrikten söz edemeyecektik. Çünkü bu gaz elektrik yönünden çagimiz teknolojisine ilham kaynagi olup deger katmistir. Anlasilan o ki, biyokimyasal hayat kendisi için gerekli olan maddelerin var oldugu alanlarda konaklamis durumda. Mesela dünyamiz hayat için lüzumlu elementleri en ideal sartlarda barindirmaktadir. Zaten evrende dünyadan baska tüm canlilari kapsayan en iyi ortam sartlarina sahip yasayabilecegi gezegen gözükmemektedir. Zira dünya biyokimya düzen için en ideal bir mekândir. Bu nedenledir ki; “Dünyada mekân, ahirette iman” sözü daha da bir anlam kazanmis olmakta.

Litosferde en çok O, Si, Al ve N elementi bulunup, az da olsa Ca, F, Na, Mn, K ve Cl (klor) gibi elementler % 1-5 arasinda degisen oranlarda bulunabiliyor. Ekseriyetle bunlar içerisinden hafif agirlikta olan elementler yeryüzünün dis katmanlarinda, agir olanlar ise merkezde odaklanmislardir. Hatta hafif yapidaki elementlerin bir kismi gezegenimizin kendi ekseni etrafinda dönmesiyle birlikte merkezkaç kuvvetinin etkisinden olsa gerek yeryüzünün dis katmanlarindan uzaya firar edip zaman içerisinde kaybolup uçmuslardir. Netice itibariyle dünyada mevcut helyum, neon, kripton, hidrojen, ksenon, argon ve azot gibi materyallerin tüm kâinattakinden az olmasi bunu teyit ediyor. Neyse ki söz konusu bu elementler hidrojen, su ve karbonhidrat bilesikleri sayesinde varliklarini sürdürüp biyosferde agir moleküller arasinda yer alabilmislerdir.

Bilindigi üzere C, H, O ve N canli yapilar için iki veya üç elektron çift bag olusturmak açisindan en uygun elementler olup, ayni zamanda bu elementler kovalent bagda yapabiliyor. Öyle ki bu elementler kovalent bag olustururken disaridan herhangi bir etkiye ihtiyaç duymaksizin yörüngelerinde elektron tutma becerisini sergileyebildikleri gibi ikili çiftler, ya da üçlü çiftler halde komsu atomlar arasinda asal gaz karakterine dönüsüm gerçeklestirebiliyorlar.

Vesselam.