Ahmet Rauf Akay


BİZDEN HİKAYELER

BİZDEN HİKAYELER


Fırsat buldukça bizim kuşaktan arkadaşlarla bir araya gelir, eski günleri yad ederiz. Bizim kuşak derken 12 Eylül öncesinin ülkücülerini kastediyorum. Her birinin ayrı bir hikayesi var, kimi acıklı, kimi gülünç, kimi üzücü binlerce hikaye.

Ülkücü dediysem sakın bugün kurt işareti yapmakla bütün mekteplerden mezun olduğunu sananlarla karıştırmayın. Bizim için ülkücülük sadece bir memleket davası değildi, aynı zamanda bir ahlak davasıydı, bilgi davasıydı. Ocaklar saygıyı, sevgiyi öğretirdi.Ama en önemlisi düşünmeyi, okumayı öğretirdi. Buram buram samimiyet kokardı. Dostluklar sahte değil, sahiciydi. Şimdi nerede o gençlik, büyüğüne kabadayılık yapmayı ülkücülük sanan saygısızlar var.

Her neyse, derdim kimin milliyetçi, kimin olmadığına karar vermek değil. Kim kendini ne sanıyorsa odur. Lakin kavlimce, ahlakı olmayanın ülkücülüğü de yoktur. Yani Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman.

Gelelim hikayemize...

Bugünkü hikayemiz şimdilerde Almanya'da ikamet eden Ahmet Kaplan beyden.

Anlatıyor:

Daha liseye yeni başlamıştım. Köyümüz merkeze 30 kilometre. Hafta başı gidiyor, hafta sonu dönüyordum. Aileden muhafazakar yetişmişiz. Memleket milliyetçiliği ile nam salmış bir şehir. Sınıfımda çalışkan bir çocuk vardı, çalışkan ama aynı zamanda sosyal. İkisini birlikte bir kişide bulmak çok zor. Arkadaş olduk. Bir gün gel seni Ocağa götüreyim dedi. Sağdan soldan komandolar filan duyuyorum ama ne olduğunu bilmiyorum. O tarihlerde bizimkilere karşıtlar komando derdi. Eh, ülkücülerde bu tanımlamadan rahatsız olmazlardı. Gittik, niye yalan söyleyeyim oradaki disiplin, ilgi, samimiyet, vatan millet söylemi beni sardı. Önce arkadaşımla sonra kendim gidip gelmeye başladım. Cevval bir çocuktum. Bir de bizim köyün bir namı var. Köyümüz kavgacılığı, cesareti, kabadayılığı ile bilinirdi. Köyün namı isteseniz de istemeseniz de bir süre sonra kişiliğinizi etkilemeye, hatta sizi yönetmeye başlıyor. Falan köydensem en önde ben olmalıyım diyorsunuz. Muhataplarınız da öyle bekliyor, falan köylüyse cesurdur, yiğittir ona göre değerlendirelim diyorlar. Bu iki yönlü baskı sizi öne itiyor. Siz de, toplum da sizi öyle görmek istiyor.

Kısa zamanda Ocak içinde terfi ettim. Artık gözünü budaktan sakınmayan biriydim. Bir gün başkan bana bir bozkurt resmi/tablosu hediye etti. Şöyle 20'ye 30 boyutlarında. Hafta sonu, akşama doğru sevinerek eve döndüm. Tablomu da yanımda getirdim. Oturma odasında en görünür yere astım. O ordayken sanki yanımda ocaktan arkadaşlarım vardı. Veya şöyle diyeyim, Ocak beni onun gözleriyle gözetliyor gibi düşünüyordum. Gençlik işte. İnsan gençken sembollere daha çok önem veriyor. Sabah oldu, babam, annem ve ben yer sofrasında kahvaltı yapıyoruz. Oradan buradan konuşuyoruz. Babamın bir ara gözü duvara takıldı. Anneme dönüp bu ne dedi. annem ne bileyim Ahmet getirdi dedi. Babam sofradan kalktı, tabloya yaklaştı kurt olduğunu gördü. Görür görmez de yüzünün rengi değişti. Hışımla bana döndü. Ulan Ş...z sen düşmanımın resmini nasıl buraya asarsın? dedi, demesiyle de suratıma peş peşe yumruklarını tokatlarını indirmeye başladı. Arkama bakmadan kaçtım. Ne de olsa babamdı, kafa tutacak halim yoktu. Kaçmakla da kurtulamadım, arkamdan tüfekle bir el de ateş etti. Kendimi zar-zor köy dışına attım. Babamın bu aşırı tepkisine bir anlam veremiyordum. Düşün düşün bir sebep bulamadım. Babamın siyasetle alakası yoktu. Bir kurt resmine niçin bu kadar tepki göstermişti? Yürüye yürüye birkaç kilometre ötedeki halamın köyüne gittim. Olanları anlattım. Güle güle yerlere yattılar. Meğer bir gece önce bitişik köye yayılmaya götürülen koyunlarımıza kurt saldırmış, 24 koyunumuzu telef etmiş. Bunun üstüne ben de bozkurdu duvara asınca yarasına tuz basmışım. Kurdu düşmanı, beni de düşmanının dostu olarak gördüğü için taarruza geçmiş.

Babam dünyasını değiştireli yıllar oldu, bu olayı hatırlayınca hem güler hem de rahmetliyi hayırla yad ederim. Yirmi dört koyunun hıncını duvardaki resimle benden çıkardı. Kaçmasam belki de mermiyi yiyecektim.