Hüseyin Acarlar


İstanbul, Fetih, Şehir ve Tarih Minvalinde Tefekkür

İstanbul, Fetih, Şehir ve Tarih Minvalinde Tefekkür


Geleceğe dönük rüyaları, hayalleri olanlar geçmişine kulak verenlerdir. Bu okuma biçimi başkalarının lehinde kendi aleyhimize bir okumadan beridir. Yeni, eklektik(seçmeci), yerli bir inşa alanı tahribatı yok edebilir. Kendi dinamik diyalektik(karşıtlardan gerçeğe ulaşmaya çalışma yolu) yapımızla hareket etme zorunluluğumuz var. Yerel ile küresel, dün ile bugün ve yarın, geleneksel ile modernlik, birey ile cemaati kadim medeniyet tasavvurumuzla harmanlayabilme kudretine haiz, aktüele takılmayan Hikmetli (filozofvari) akıllara ihtiyaç var.

Görüldü ki;

Salt Filolojik(dile dayalı) ve tarihselci yaklaşımlar, inançtaki akli boyutu küçümseyip tamamen duygularla sağlanabileceğini öngören fideist (akıl dışı inanç) ve derinlikten yoksun bakış açısına katkı sağladı.

Tarihi anlamlı kılan şey ona yaklaşım yöntemindeki düşüncedir. Bu durumda da tarihe nerede durup, nereden baktığımız önemlidir. Bu bakış açısı ulaştığımız sonuçları da değiştirecektir. Dolaysıyla öncelik, akıl, zihin ve düşüncenin üzerindeki anlam bulanıklığını gidermektir. Esasında tarih denilen şey -insan söz konusu olduğuna göre hayvan ve nebat düşünmediğine göre- düşüncenin bizzat kendisidir. Tarihi vücuda getiren şey insan düşüncesidir. Belki bu nedenle beşeri bilim olarak telaffuz edilmesi isabetlidir.

Teolojik ve hereziografik (İslam düşüncesinin dışındaki oluşumlar) söylemin oluşturduğu literatürün sınırları içinde oluşan düşüncenin ürettiklerine bakarken, bir dizi açmazı dile getirmek ve buradan bir çıkış noktasını ifade etmek için yine tarihe ihtiyaç var.

Modernizm hâsılası tarih ve düşünce bilinci, şuursuzluğa işaret ediyor. Bugün post modern insanı, kendi geçmişiyle, insanlık tarih ve bilincinin kendisiyle hesaplaşan son insan görünümündedir. Bu parametreden hareketle:

 

1- Batı(l) düşüncesi ile İslam düşüncesinin kalkış noktası beşeriyetin başlangıç noktasından itibaren farklıdır. Semavi dinler ilanihaye İslam ile kemale ererken, ilk insana kutsiyet atfeder. Başka bir ifadeyle, ilk insan Hz. Âdem’dir ve Peygamber olarak cennetten yeryüzüne gönderilmiştir. Modern düşünce, insanı düşünemeyen bir mahlûk olarak mağaradan yeryüzünü keşfe çıkarır (Homo sapiens sapiens), sonra bilgelik verir, sonrasında da yeryüzüne tanrılığa soyundurur. İki bakış açısı daha insanlık tarihini başlatma noktasında taban tabana zıt başlar. Neticede İslam düşüncesi, “İnsan eşrefi mahlûkattır.” sonucuna giderken, modern düşünce insanı iktisadi metaya indirgeyerek “insan insanın kurdudur (Homo homini lupus)” sonucuna ulaşır.

2-Teolojide(ilahiyatta), İslam düşüncesi düşünce tarihini Tevhid’le (tek ilah) başlatırken, modernizm ürünü “Bilim Teolojisi Paganizm’le (çok tanrıcılık) başlatır. Haliyle Özne-Nesne(fail-mef'ul/suje-oje)) ilişkisi hep tartışma konusu olmuştur.

3- Doğu’da ve Batı’da Teolojik bilginin doğrularını yok sayıp bilgi üzerine düşünenler için tarihsel başlangıç noktası olan ilk bilgi tanımı ve sınıflandırması, ilkçağ Yunan düşüncesine dayanmaktadır. İlkçağ düşüncesini biçimlendiren bilgi birikimi ise mitolojik/paganist bilinçtir. Bu bilginin kaynağı da Hermetizm’dir. Gariptir ki gerek doğuda gerekse batıda bu tutumdakiler, Hermes’in peygamber olduğu ve çoğu kez Kur’an-ı Kerim’de İdris (as) olarak zikredilen nebi olduğunu da kabullenmekteler. Tevhid’in karşısında antropolojik bir tarih yazılımı yapan bu tutum, bu durumda İslam Tevhid düşüncesinin hakikat bilgisini kendi kurgularıyla ispatlar. İslam epistemolojisine göre bilgi, Peygamberler aracılığıyla geldi ancak paganist unsurlarca bu hikmet akidesi savsaklandı. Dolayısıyla Hermetizm, bir nakil bilinci olarak mitolojik tutumun kurgu bilincini ve evren tasarımını ilkçağ ve ortaçağa nakil geleneği olarak aktaran unsur konumundadır.

Yaptığı iki dandik filmle İstanbul’un fetih yıldönümünde fethi “dandiklik”le suçlayan sinema yönetmeni ve Fethi “barbar istilası” olarak algılayan akademik bilim insanı, modern tarih algısıyla sonuca giden akıl tutulmasının iki somut örneğidir.

İnsana biri bir diğerinin kurdudur (hominu homino lupus) gözü ile bakanın hedefinde İstanbul, parasal merkez, dolayısı ile bir finans merkezi olmalı, fetihle oluşan tevhidi kimlik ve misyonundan uzaklaştırılmalıdır. Bu bakış açısında martı, deniz ve cami senteziyle oluşan estetik, İslami değerlere atıf yaptığı için rahatsızlık vericidir. Bu kafanın ütopyasında; Firavun mabedi estetiğinde gökdelenler, Karun hazinesinin muhafızı görünümlü finans yönetim merkezleri şehri kuşatmalı, böylelikle binaların yükseldikçe insanların küçüldüğü ve rahat güdüldüğü bir sosyal İstanbul muhayyilesi vardır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesi ile geçmişte İstanbul salt “geçimin temin edildiği bir şehir” değildi, İslam dünyasının da kültür merkeziydi. Daha da ötesi fetihle İstanbul İslam’ın kalbi olmuştur. İslam dünyasının Medine’den sonraki başkenti İstanbul’un hüviyetini kavrayabilmek için o şehrin mensubu olmak gerek. Mensubiyet yoksa mesuliyet de olmuyor.

Türkiye’nin her köşesinden insan göçüyle fethedilmiş bir milliliğe sahip dinamiğiyle Anadolu’yu yaşatan, diri tutan bir ruhu anlamak için tarihsel dimağımız belirleyici role sahip. Buda şehre yüklenen anlamla, hüviyetle doğrudan ilintilidir.

Şehirlerin kutsal ve şöhretli oluşlarının arkasında her zaman kendini hissettiren kadim tarihi vardır. Kafka'nın Amerika'yı görmeden 'Amerika' adlı romanını, Arthur Rimbaud’un denizi görmeden 'Sarhoş Gemi' şiirini yazmasının ardındaki hakikat budur. Allah (cc), İbrahim’e (a.s) ve onun soyundan gelen Muhammed’e (sav) Mekke'yi 'Beldet-ül Emin' yani 'Güvenilir Şehir' kılıp, bu şehre yemin ediyordu. Kadim zamanda nasıl ki Babil, 'Zevk ve Sefa Şehri' olarak, Sodom Gomore 'Günah Şehri', Paris 'Fahişe Şehir', Roma gücün, Atina felsefe ve bilginin, Bağdat ilmin, Konstantiniye entrikaların merkezi ise, İstanbul da İslam’ın Başkentidir.

Kütüphanesi ile İskenderiye, düşünürleri ile Atina, yolları ile Roma, Peygamberleri ile Kudüs, Şehirlerin anası Mekke, Efendimiz tarafından kimlik giydirilen Medine, Hüseyni kıyamın ihanet şehri Kufe…

İslam’la müşerref olan Yesrib, Medine'ye dönüşürken asabiyet temelli duruş yerini yeni bir zihniyet, soylu bir duruş, yeni bir iktidarın önünü açıyor, 'Aydınlık Şehir' adını giyiniyordu. Aynı zamanda şehri oluşturan bütün renk ve inançları 'Medine Sözleşmesi' ile bir hukuk sistemine, cahili ve müşrik bir toplumdan ideal bir topluma, bir 'Asrı Saadet' çağına ulaştırıyordu.

Yine Paris arzulu, Roma zalim, Atina düşünceli, Venedik aşkın bir sıfatla karşımıza çıkıyorsa, İstanbul gözyaşlarını Kudüs’te akıtır.

Hafıza ile birlikte irade ve tefekkürü yok eden modernizm iki yüz yılı aşkındır şehirlerin ruhunu şeytana satıp duruyor. İslam'ın anlam yüklemeye çalıştığı şehirler dışında, seküler anlayış; sonuç itibarı ile şehirleri 'Aristokrasinin' ve 'Totalitarizmin' merkezi yaptı. Fetih yıldönümünde fethedilen yeniden insan olma erdemidir. Şehrin çalınan ruhunu yakalayabilmedir. İstanbul’un, Bizans geleneği iktidar ve ihanet merkezi olmasına şiddetle karşı durmaktır. Şehirden medeniyeti, medeniyetten şehri tevhidle nazar etmedir.

Tarih, erdemli bir gelecek tasavvuru olana kendisini şerh eder. Tarihin anlamı, geçmişten geleceğe ufuk çizebilmektir. Ufuk sahibi olan, gelecek hakkında düşünebilen, salt dünle ya da anla değil, gelecekle de hesaplaşan, hesaplaşabilecek duruşa sahip olandır. Böylesi bir duruş ancak faziletli şehirleri inşa manevrasına sahip olur. Çünkü geçmişin ihyası geleceği inşada mihenk taşıdır.