Hüseyin Acarlar


Politikanın Cici Aydınları Münevver Dönünce Trolleşir!

Politikanın Cici Aydınları Münevver Dönünce Trolleşir!


Türkiye’de İkinci dünya savaşı sonrası yaşananlar, bu coğrafyanın Müslümanlarını moderniteye entegre etmeyi amaçlıyordu. O güne kadar Türkiye Müslümanları kendilerine has bir hayatı yine kendilerine has bir dünyada yaşayabiliyorlardı. Ancak Türkiye’nin NATO’ya girmesi ve sonrasında çok partili(!) hayata geçişle artık Müslümanlar siyasal hayatın içine çekilmeye, göreceli de olsa iktidar alanından istifade etmeye başladılar. Buna bir de imam hatip okullarının açılmasını eklersenizsürecin işleme şekli daha bir belirginlik kazanır.Her ne kadar olumlu sonuçlar doğursa da nihayetinde ilk kuruluş hedefinde İmam -Hatip okulları da son kertede pozitivist anlayışın hâkim olduğu ve müfredatı,  rasyonalist/pozitivist paradigmaya göre şekillendirilen okullardı. Zamanla iktidar imkânını da elde eden Müslüman kesim,  iktidarın doğal sonucu olan mülk ile de kapitalizme entegre olmaktan kurtulamadı.

Müslümanların iktidar alanları genişleyip ekonomik imtiyazları arttıkça yaşanılan hayatın İslam’a onaylatılması süreci de başlamış oldu. Artık İslami bankalar, İslami moda ve İslami tatil,İslami müzik gibi ne olduğu belirsiz şeyler Müslümanların gündemini oluşturmaya başladı. Vahdet lokantası, cihad köfte salonu, Burak turizm, ihlas pazarlama, fetih temizlik gibi vs. Sürecin olumsuzlukları ve ticari profesyonelliğe aykırılık fark edilmeseydi - ironilerde cabası tabi- bugün, “Ümmü Gülsüm Parfümleri”, “Hz. Ali Vinçleri”, “Hz. Ömer Avukatlık Bürosu”, Edep WhatsApp, “Hazreti Google Efendi Arama Motoru”, “Cemaat facebook” Mücahit tik-tok”gibi safsataları görmek hiçte hayal değildi.

İslam’ın tevhit eksenli hayat algısı -ki bu algıya göre hayat tüm veçheleriyle bir bütündür ve bu bütünde ilahi olan hâkimdir-hiç şüphesiz ki modern dünyanın karşısında en esaslı duruşu temsil ediyor ancak Müslümanlar, dinlerini bir yaşam tarzı/hayatın kendisi olarak görmekten çok, uzun yıllardır maruz kaldıklarıseküler tahakküm neticesinde sadece bir kültür olarak ya da bir nevi manevi tatmin vasıtası olarak görüyor.  Hıristiyan muvahhidlerin Roma ile olan münasebetlerinden sonra başkalaşmaları gibi,  bugün Müslümanların İslam/din algısı modernite ile temas kurmayla birlikte, anlayışı,bakış açısı bireysel mi? Komin mi? arasında felç olmanın bütün işaret,  görüş, duruş ve tutumunu üzerinde taşıyor.

 Garip olan en çok dert edinilen, en çok gündemde olan hep dini değerlerdi. Söz y a “rıza-i bari” ile başlıyor ya da yapılan her icraatın gerekçesi “ALLAH rızası” gösteriliyordu. Günde beş öğün faizin haramlığından bahsedilirken faizle yaşam niye artarak olağanlaşıyordu peki? Bu işte bir katakulle yok muydu? İşin esası söylem - eylem tutarsızlığında Müslümanın takvası ve ahlakı hep yerinde saydı hatta geriledi. Yapılan her şey aslında İslam’a hizmet için –sanki ALLAH’ın birilerinin hizmetine ihtiyacı varmış gibi-yapılmıştı lakin bu süreçte en fazla zarar eden yine Müslümanlar olmuştu. Bu zarar ekonomik zarar değildi hiç şüphesiz. Din olan İslam’ın yaşanması ve kendisine modernitenin haricinde bir hayat alanı oluşturması noktasında belirginleşen bir zarardan söz ediyoruz. Evet, bugün birçok kritik nokta İslamcı gelenekten geldiği varsayılanlar tarafından işgal ediliyor. Fakat gelinen nokta gösterdi ki mesele işgal edilen yerlerdeki kişiler değil o yerleri ortaya çıkaran paradigma(değerler dizisi) idi. Güç, kalkınma, büyüme, gelişme vs. kavramlarını onu ortaya çıkaran paradigmayı sorgulamadan bu kavramlarla süslü bir İslami mücadelenin(!) nereye götüreceği götürdüğü ortada. Nitekim bugün Müslümanların mebzul miktarda kolejleri, hastaneleri, TV-radyoları, gazeteleri vs. var. Fakat modern tahakkümden azade bir hayat alanları daha da acısı adalet ve vicdan hisleri karaborsa durumda.

İşin teorik çerçevesini açalım;

Otorite/İktidar için seçkin kurbanlar, daha çok korkuya yol açacakları için daha makbuldürler. Başı çeken kuvvetler teorisi, kitleleri, en güçlü silahtarı olan spontane düşünce eyleminde, entelektüeli /aydını güvenden mahrum bırakmaktadır. Otorite/ İktidar ve muhalefet arasında değiş-tokuştaki bu mantık, kitlelerin yönünü tayin etmiş, konjonktüre göre kredi kullanmaya yöneltmiştir.

Okuyan kesimde modern tasallutun paradoksundan kurtulma çabaları hep oldu. Ancak bu çoğu kez taklitten öteye gidemedi. Esasında Modern Batı düşüncesi bağlamında ortaya çıkmış yeni bir tip olarak aydın, akademisyen ya da entelektüelin kimliğine, bireysel ve kurumsal rolüne, evrenselliğine ve yerelliğine, eylemsel sorumluluğuna ilişkin tartışmaların eleştirilerin fitili ilkin batıda ateşlendi. Bu tartışmalar ve eleştiriler daha çok AntonioGramsci’nin (1937) Hapishane Defterleri ile Aydınlar ve Toplum, JulienBenda’nın (1956) Aydınların İhaneti, J. Paul Sartre’ın (1980) Aydınlar Üzerine (ya da Aydınların Savunusu), A. W. Gouldner’in (1980) Entelektüelin Geleceği, MichelFoucault’nun (1984) Entelektüelin Siyasi İşlevi, Edward Shils’in (1995) TheIntellectualsand Powers andOtherEssays, Edward Said’in (2003) Entelektüel, ZygmuntBauman’ınYasa koyucular ve Yorumcular, Noam Chomsky’nin Modern Çağda Entelektüellerin Rolü gibi isim ve eserleri etrafında oluştu.

Müslüman coğrafya okuyucusu- okuyuculara entelektüel aydın denilir bu coğrafyada- taklit etmeye çalıştığı batı aydını/ entelektüeli bizatihi içerden eleştirilmeye başlanmıştı.

Yirminci yüzyılın başlarından itibaren “Müslümanların yaşadıkları yenilgi psikolojisinin bir sonucu olarak, batının teknolojisini alıp ahlakını almamak düşüncesi doğal olarak İslam’ı bu çağın parametrelerine göre yeniden okumanın gerekliliğini ortaya çıkardı. Kendisini muhalifi üzerinden tanımlayan bir İslam manzarası, verili olanı merkeze alıp dini verili olanın meşruiyeti ve ulviliğine istinad noktası yapan bir Müslüman tiplemesiyle karşı karşıya bıraktı. Hâlbuki en başta verili olanın bizzat kendisi sorgulanmalıydı. Çünkü her düşünce neredeyse seküler ve rasyonalist paradigmaya göre şekillenmişti. Bu paradigmanın insan tanımı ve ilah anlayışı, eşya ve tabiat algısı sorunluydu. Şiarlaştırdığı kavramlarım Müslüman muhayyilesinde yer etmesi mümkün değildi. Fakat yenilgi psikolojisi ile hareket edildiğinden-İbn’i Haldun da Mukaddimesinde yenilenlerin yenenleri taklit edeceğini belirtir-bu sorgulamalar yapılamadı. Bu ister istemez yarıştırmacı din anlayışını getirecekti. Verili olan merkeze alındığı için dinin devrimci/dönüştürücü yönü yerini uyum ve itaate bıraktı. Bu süreçte Medeniyet kavramının şiarlaştırılması ile beraber batıda olan tüm gelişmelerin aslında bizim sayemizde olduğu, bizlerinde eğer istersek onlar gibi olabileceğimiz gerçeği telkin edilmeye başlandı. Batıdan yapılan bütün zihinsel transferler İslami gerekçeleri ve fıkhi meşruiyetleri ile birlikte geldi.

İki yüz yıldır batıdan sürekli transferler yapmamıza rağmen muttaki mümin kul olma noktasında hep geriye doğru giden bir süreç yaşanması bile uyanmamıza vesile olmadı. Hâlbuki biz bu transferleri yaparken yeni bir İslami okuma ile yapıyorduk. İçtihat mekanizmasını işletmiştik. İlahi metinleri bugünün insanının zihin dünyasına göre yorumluyorduk. Fakat her nedense kul olma mükellefiyeti ile sorumlu olan insan /Müslüman tam tersine daha da müstağnileşiyordu. Müslümanlar form olarak batılılara benzemekle kalmıyor artık dini anlama ve yaşama noktasında da batılı gibi olmaya başlıyordu. Artık bir Hıristiyan ile Müslüman’ın gerek içerik gerekse de form olarak farklılıkları neredeyse kalmıyordu. Giyim kuşamdan mutfak kültürüne, tüketim alışkanlıklarından hayat algısına ve gelecek tasavvuruna kadar her şeyde Müslüman artık bir batılı gibi düşünüyordu. Dini;  vicdani bir mesele veya manevi tatmin vasıtası olarak görüyor, hayatı kamusal ve özel olarak-hatta daha fazla-ayırıyor, hep biriktirerek yaşıyor ve ahiretini neredeyse unutuyordu.

Kuşkusuz bir yazıda bütün bir sürecin sosyolojik tarihini yazabilecek durumda değiliz. Bu kadarı bile süreci özetliyor. Günün sonunda Dava kuru cihangirlikle becayiş yaptı. Devlet ateşinde ısınanları devletçilik ateşi yakıyor. Güce yaslanma ya da güçten yana olma konformizminin doruklarında itaat entelektüellik sayılıyor. Bu cici “politize entelektüel “Münevverle şehirde karşılaşmaya başladı. Su göründü teyemmüm bozuldu. Mesele bu.