Hüseyin Acarlar


Akademik Hokkabazlık ve Yan Gel Osman Dindar(!) Akademiya

Akademik Hokkabazlık ve Yan Gel Osman Dindar(!) Akademiya


Yurdum Akademik Aydınlarının oryantalizm tuzağına gönüllü düşmeleri ve tek dil geliştirerek diğerlerini ötekileştirmeleri,  önce dilde anlam sorununu getirdi. Aydın dediğimiz insanların ortak bir dil geliştirememeleri, diğerini öteki yaptığı için ötekinin diline bigâne kalmaları ise, kavram karmaşasının yaşandığı, hangi kavramın hangi anlamda kullanıldığının tırnak içinde verilmek zorunda bırakıldığı yazıların 'akademik' bulunduğu ülkemizde bir senteze ulaşamama sorununu doğurdu. Selim İleri’nin Bir Akşam Alacası adlı romanında belirttiği “sömürge tipi aydın”, Emre Taran adlı kahramanın ağzından şöyle açıklanır:

 “Ama tüm bu konuşmalarda, tartışmalarda, herhangi bir seçenekte birleşemeyişlerinde -çünkü ayrıca kendi aralarında değişik savlar ileri sürüyorlardı- sanki birer sömürge aydını gibiydiler; kılıkları, o kılıktı; tıpkı öyleydiler… Birer sömürge aydını kimliğinde benliklerini öne çıkararak, salt kendi görüşlerine açık, ortaklaşa hiçbir aşamaya varamayıp kendi kişisel yollarında yürüyeceklerdi.” Peki, tüm bu tartışmaların içinde, sahiden bir muhalefet geleneğine sahip olabildi mi aydınımız? Kabul edelim ki Akademik aydınlarımızın ekseri çoğunluğu milletle hep sancılı oldu. Sahih bir muhalefet geleneği oluşmayınca Akademik aydın kaprisi baş gösterdi. Bu anlamda bizim aydınımızın bir muhalefet geleneğinden söz edemeyiz. Aşağıdan gelen toplumsal, kültürel, ekonomik basıncın önünü açacak söylemler inşa eden bir aydın profilimiz olamadı ne yazık ki. Tam tersi, bizde akademideki aydın ancak devlet sayesinde var oldu. Devlet tarafından beslendi ve bu yüzden artistik muhalif birkaç çıkışı dışında bir gelenek devredemedi ardından gelenlere. Statükonun üretmiş olduğu oryantalist formel yapıyı halka tepeden inerek giydirmeye çalışan ekibin katalizörüdür bizdeki akademik aydın. Sivil apoletlerin yerine statükocu apoletlerin gücü ile sivil alanın karşısında konuşlandı hep. Dolayısıyla içinden geldiği medeniyetin kodları ile irtibatı kopuk, gelenek karşısında yabancı ve halkını ötekileştiren bir mevzide elitist takılmayı tercih etti.  Kusura bakmasın ama bizim aydınımız birinci elden yerli kaynakları okuyamaz, Osmanlıca bilmez ve kendisini Batılı-Oryantalist merkezlerin tercümeleri ile tanır, bununla yetinir. Bu hâl halk ile aydın arasındaki mesafeyi her geçen gün çoğaltmıştır. Türkiye’de aydın, halkın sivil, demokratik tercihlerine yönelik yapılan darbelerde ya darbecilerden yana olmak ya da sesiz kalmak gibi trajik bir tavrı üstlenmiştir bu yüzden. Türk aydınının köklü bir cuntacılık geleneğinden beslendiği durumlara itiraz eden kimi akademik aydınlar ise kaptıkları mevzilerde bu kez kendi cuntasını oluşturmanın derdine düştü. Cumhuriyet döneminin başından beri aslında aydın ile halk arasında görünür kılınmayan ama simgeler ve tercihler üzerinden gelişen bir çatışma var oldu. Mazi ve tarihin unutturulması tespitini Cemil Meriç’te yapar: “Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı… İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlarından mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendine düşman insanlar haline geldik. Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz. Din ölüm yatağında. İnsanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı… Bu millet on senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı.” Aydınların zaaflarından meseleye nazar ilginç bulguları da getiriyor. Bu noktada Selim İleri, Sabahattin Ali, romanları üzerinden aydın tipini irdelemişler ve onun zaaflarını karakterleri üzerinden ortaya koymuşlardır. Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan adlı romanında Ömer karakteri üzerinden dönemin aydınlarını eleştirirken onların kıskançlıklarını, kibirlerini, birbirlerine üstünlük taslama telaşlarını, sözün ne olduğu değil de kimin sözü en çok etkili söylediğini, övgü beklentilerini… Ortaya döker ve aydın olmaya çalışan ve gidişatı değiştirmeye çalışan aydının büyük bir zaafından da söz eder:

“Bu kafa büsbütün başka işler becerebilir… Mademki herkes gibi değilsin… Onlardan daha akıllı, daha üstünsün, onlara hükmetmek hakkını hatta vazifendir. Yalnız bunu istemen lazım. Her şeyi feda edebilecek kadar şiddetle istemen ve bütün arzularını tek bir gayeye: İnsanlara hükmetmek, onların başına geçmek gayesine hasretmen lazım… Dünyaya bizim gibi insanlar kendi kafalarında tasavvur ettikleri şekli vermeli ve koyun sürüsünden farkı olmayan halk ise sadece tabi olmalıdır.” Yani aydın kimliğinden jakobenizme kayış. Bu aydın, Suç ve Ceza’nın, -içinde deha taşıdığına inanan- meşhur karakteri Raskolnikov’a ne kadar da benziyor.

“Yazar yeni olanı planladığı, değişik bir okuyucu tasarladığı zaman, dile getirilmiş isteklerin listesini yapan bir pazar araştırmacısı değil, kuşkusuz Zeitgeist kurgularını sezinleyen bir filozof olmak ister. Okuyucu kitlesine, kendisi bilmese de, istemesi gerekeni açıklamak ister.” der Umberto Eco. Modern Paradigma gösterdi ki İslam dünyası kadim geleneğinden başlayarak, Din, Felsefe ve omurgasını oluşturan alt disiplinlerin klasik metinlerinden haberdar olup yeni okumalarla kurgular oluşturmak zorunda. İslam dünyası kendi kadim geleneğini oluşturan metinlerden habersiz bir hiç olur, köksüz olur. Müslüman’ca düşünmenin imkânları o klasik metinlerde saklıdır. Vahiy ve Sünnetin tarihsel sürecini doğru öğrenebilmenin yolunun da o klasik metinlerde saklı olduğunu artık kavrama durumundayız. Sahih İslamî düşüncenin temel koordinatlarını doğru bir okumaya tabi tutmadan Batı düşüncesinin hasılası çetrefilli sorunlarını aşma veya sahih -ayakları yere basan- karşı tez oluşturma veya onlardan sağlıklı bir katkı oluşturmanın mümkün olmadığı akademik aydınlar tecrübesi ile sabit. O halde sabitelerin sorgulanması elzemdir. Yani Yanisi şu; Mutlak bir muhafazakârlık ya da mutlak bir liberal düşünce ecza değildir. Akademisyen aydınlardan oluşan tecrübe gösterdi ki bu sabit çürüme kadar statik olmama adına Popülariter kibir için, aykırı ama esen yele göre yol alan, sürekli birbirini çürüten ve tüketen sabitesiz duruşlar ve omurgasız ideolojiler üretiliyor. Benden olan ve benden olmayan öteki... Her koşulda mutlak İtaat eden bendendir ve mutlak doğru olandır anlayışı kendinden sonraki akademik kadroların silik yetişmesini getirdi. Bu çürüme mimarlarının akademik aydınlarca besletilip büyütüldüğünü itiraf etmeden hakikatli sözlere varamayız. Sonuç haliyle ortada “benim dışımda düşünen mutlak hain…” Esasında ortodoksi geçmişe bugünden bakan, her şeyi kalıplara yerleştirip öyle anlayanların pratiğiyken, heterodoksi de toplumların zamana ve mekâna göre durmaksızın değişen çeşitlemeleri öneren karamelaydı.  Bilmem dokundurabildim mi?