Ali Osman Gündoğan


Kötülük, İnsanın Bir Vehmi mi Gerçeği mi?

Kötülük, İnsanın Bir Vehmi mi Gerçeği mi?


Her dönemin kendisine has karamsarlıkları vardır. İyimserlik, genel insanlık göz önüne alındığında, pek de rastlanan bir düşünce ve duygu eğilimi değildir.

İnsanlar, genelde yaşadıkları çağdan şikâyet ederler. İmkânlarını beğenmezler, değerler sisteminin çürümüş olduğundan bahsederler, insanlık denilen şeyin öldüğünü dile getirirler. Ölmüş olan insanlığın gideceği yer de, mezarlıklardır, toprağın altıdır.

Gelecek konusunda umut taşımayan bir eğilim, ölmeden önce de ölmüş demektir, zaten. Umut, Nietzsche?nin de dediği gibi, sadece ıstrabın süresini uzatır, düzeltebileceği hiçbir şey yoktur, insanı, boş olanla meşgul etmekten başka bir şey değildir.

Bu anlayışta mutluluk, imkânsız bir amaçtır. İnsan da, Sartre?ın ifadesiyle, ?beyhude bir çabadır.? Gelecek, yoktur; ya da onun geleceği yoktur, selamete ermesi mümkün değildir, başucuna oturup gözyaşı dökmek de beyhudedir.

Gerek Türkiye ve gerek dünya için, yaşadığımız asırda bu düşüncelerin sıkça dillendirildiğine şahit oluruz. Şunu bilmek gerekiyor sanırım: Hayat ya da tarih, bizim kafamızdakilere göre gelişmek zorunda değildir; hayat ya da tarihten, ideal ve ideolojilerimize, inançlarımıza uygun olarak gerçekleşmesini beklemek kadar saflık ve aptallık olamaz. Hayat, her türlü inanç, ideal ve ideolojiye karşı kayıtsızdır; onu, bu kayıtsızlığını paranteze alarak rahatsız etmek, ona müdahele etmeye kalkışmak hayatın ve tarihin başına gelebilecek en büyük kötülük. Bu kötülüğü, tarihin başlangıcından beri yapan da sadece insanoğludur; onun kurguları, ahlâk adını verdiği değerler sistemi, inanma biçimleri olan dinler kendilerinde bir müdahale hakkı olduğunu görürler. Bu görme biçimi, tarih ve hayatı kendi başına olmaktan çıkaran ve onları insan için (buradaki ?insan için? ifadesi, müdahalenin tehlikesinin kaynağını oluşturur) gerçeklikler haline dönüştürmeye çalışır. Tarihteki kötülüğün kaynağı budur ve bu suretle kötülük, insanın eseri olarak ortaya çıkar.

Kötülüğün, kendi eseri olma halinin üstünü örtmek isteyen insan, müdahalesinin kaynağında her ne varsa onu; idealleştirir, kutsallaştırır ve hayat ile tarihi aşan bir anlam yüklemek suretiyle kötülük, bütün bir tarih ve hayat için iyi formuna dönüştürülmeye başlanır. Mutlak adalet için bir süre adaletsizlik yapmak, mutlak eşitlik için bir süre eşitsizliği savunmak, herkesin özgürlüğü için bir süre bazı özgürlükleri askıya almak gibi daha pek çok husus, savunulabilir hale gelir. Bu meşrulaştırma biçimi, hayatı ve tarihi kendi formundan çıkarıp ona suni bir form kazandırma faaliyetidir. Aslında bence bu husus, insanın hayat ve tarihe meydan okumasıdır. Tıpkı tekniğin hem insana hem de doğaya meydan okuması gibi bir durumdur.

Öyleyse kötümserlik, bize dıştan gelen bir hastalık değildir; bizim kendi vehimlerimizin sonucudur. Tıpkı kötülüğün bizzat insanın kendisinden kaynaklanan bir durum olması gibi. Elbette aynı gerekçelerle bunun tam tersi de savunulabilir. Tam tersini savunmak da, aynı geçerliliğe sahiptir.

Hayatın hareketi hiçbir zaman yok edilemez. Belki yavaşlatılabilir, belki hızlandırılabilir, belki zaman zaman durdurulabilir. Hızlandırılması, hayat enerjisinin boşalması anlamına gelir. Enerjisi boşalan hayat, kendisi değil ama tarihi yorar. Tarihin yorulması, hayatın yaratıcılığını yok eder. Hayat hareketinin yavaşlatılması ya da zaman zaman durdurulması, enerjinin kendi içinde birikmesine neden olur. Biriken enerji, fırsat bulduğunda boşalır. Bu boşalma, yorgunluktan daha tehlikelidir. Çünkü enerjinin boşalması, bilinçli ya da bilinçsiz, onu durduran ya da yavaşlatan nedenlerden intikam almaya yöneliktir. Tarihin insanlık adına en kötü dönemleri, ya yaratıcılığın yok olduğu ya da hayatın intikam aldığı dönemlerdir.

Şimdi durup düşünmeliyiz: Hayat hareketinin önüne geçmek imkânsız. Sonucu çok tehlikeli. Ona yapay bir ivme kazandırmak da tehlikeli. Çünkü boşa harcanan enerji, yaratıcılığı ortadan kaldıran bir geleceğin habercisi. Bu durumda ne yapmalıyız?

Bu soru, insanlığın en esaslı sorusudur. Bu soru, Varlık olmanın mahiyetinin ne olduğunu bilmekle ancak cevaplanabilecek olan bir sorudur. Hatta bunun da ötesinde, Varlık?ın manası içinde var olanların ne olduğunun ve aralarındaki ilişkilerin bilinmesini de gerektiren bir sorudur. Öyleyse sorunumuz, öncelikle ontolojik bir sorundur; daha sonra da, bu ontolojiye uygun bir epistemoloji sorunudur. Diğer sorunlar, ikinci dereceden sorunlardır ve onların çözümü de ontolojik ve epistemolojik sorunun çözümüne bağlıdır.

Bütün bunlardan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Asıl olan sorunlar yüzünden değil, ikinci dereceden ve hatta sahte sorunlardan yüzünden kavga ediyoruz, kötülük yapıyoruz ve dünyayı cehenneme çeviriyoruz. Öyleyse esaslı bir hakikat tutumuna sahip değiliz ve bundan ötürü de kurguları hakikat yerine koyup, hayat ve tarihi kendisine yabancılaştıran bir müdahale ve meydan okumaya girişiyoruz.

Suç, bizim.