Selim Gürbüzer


ALEVİLİĞE GİRİŞ

Allah Resulünün ister dini, ister ruhani, ister siyasi, ister devlet başkanlığı görevi olsun fark etmez, sonuçta yüklendiği görevlerin hepsini kendinde toplayan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen en son elçidir.


Allah Resulünün ister dini,  ister ruhani, ister siyasi,  ister devlet başkanlığı görevi olsun fark etmez, sonuçta yüklendiği görevlerin hepsini kendinde toplayan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen en son elçidir. Malum İslam’ın ilk doğuşunda Resul-i Ekrem (s.a.v)’in dilinden sadır olan o güzel sözler,  gerekse ortaya koyduğu uygulamaların yakından müşahede edip ilk elden takip etme imkânı vardı. Ta ki, İslam halkası genişlemeye yüz tuttu, işte o zaman bu imkânın kendiliğinden kalkmasıyla birlikte karşılaşılan bir takım meselelerin altından nasıl kalkılacağı noktasında ictihad kapısına ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenledir ki Allah Resulünün dar-ı bekaya irtihalinin arkasından halifelik konusunun da izaha muhtaç bir konu olması gayet tabiidir.  İlginçtir ilk halifenin seçimle işbaşına gelmesine herhangi bir itiraz gelmezken,  iş kimin halife seçileceği söz konusu olduğunda kabile ruhunu ön plana çıkarmaya yönelik çabalar mesele teşkil edecektir. Hiç kuşkusuz bu meselede, kabilevi refleksin karşıt odağında Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) vardır. Öyle ki Allah Resulünün vefatının şokunu daha atlatmadan Hazrec kabilesinden birkaç insan ‘kim halife olacak’ konusu yerine, ‘halife hangi kabileden olacak’ derdine düşeceklerdir. Ve halifelik konusunda dert davaları Ensar’dan mı yoksa Muhacirden mi olsun eksenine kaydırılıp bu doğrultuda hasta yatağında yatmakta olan Sa’d’ın kapısı çalınıp kendisinden apar topar halife olması istenir de. Neyse ki Sa’d’ı hasta yatağından kaldırıp; ‘İşte, Rasulüllah’ın halifesi Sa’d…’ diyecekleri esnada Hz. Ömer (r.a) devreye girer de bu mesele fazla alev almadan hal yoluna koyulmuş olur. Gerçektende Hz. Ömer (r.a)’ın yerinde müdahalesiyle:

         - “Ey. Ebû Bekir!  Sen ki Allah Resulüne içimizde en yakın bulunmuşsun,  o halde halifeliğe sen layıksın, bu görev sana uygun düşer” deyip biat etmesiyle birlikte tüm kabilevi istek ve hevesler boşa çıkartılmış olur. 

           İşte Hz. Ömer (r.a)’ın herkesin gözü önünde Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın elinden tutup biat etmek suretiyle birlik ve dirliğin sağlanmasında önemli bir iş çıkarmıştır.  Gerçekten de Hz. Ömer (r.a)’ın bu hamlesi Muhacir, Ensar ve diğer kabilelerinde itaat etmelerinin de kapısını aralayıp böylece bu süreç tamamlanmış olur. 

            Evet,  Peygamberimiz (s.a.v)’in ahreti intikalinin ardından gündeme gelen halifelik hususu bir şekilde hal yoluna koyulmasına koyulurda peki ya şu mezhep ve meşrep farklılıklarıyla doğan ihtilafların farklı mecralara çekilmesi gibi durumlar nasıl hal yoluna koyulacaktı? Bilindiği üzere mezhep zehap (zan, sanı) kökünden türeyen bir kavramdır. Bir başka ifadeyle mezhep şer’i meselelerde ictihad farklılığından doğan fıkhı yorumlama biçimidir, dolayısıyla itikatla alakalı bir kavram değildir. Zaten mezhep imamlarının kendi aralarındaki görüş ayrılıkları itikadi kaynaklı olamaz, olsa olsa sadece ibadet, muamelat vs. konulara ait farklı değerlendirmelerin açılımı bir zenginlik olabilir. Dikkat edin zenginlik dedik,  çünkü İslam’da müctehid konumunda bir âlim ictihadında hata yaptığında bir sevap, isabet ettiğinde ise iki sevap vardır, ayrıca ümmetin ihtilafında rahmet vardır düsturu esastır. İşte bu temel düsturlar ortada iken her nedense kimi insanların zihninde mezhep denilince; ayrımcılık veya bölünme anlaşılıyor. Oysa mezhep ictihad farklılığından doğan yol demektir.  Madem her ortaya çıkan yeni bir durum farklı yoruma muhtaç, o halde ictihad gerektiren konularda fikir beyan etmek ayrılık gayrilik olarak algılanmamalı, tam aksine meseleye İslam toplumunun düşünceye ipotek koymamanın delili olarak görmeli. Zira bu durum İslam ümmetinin fikri zenginliğini ortaya koyan bir gelişmedir.  

          Anlaşılan o ki, Allah Resulü vefat ettiğinde İslam toplumunun idarecisinin kim olacağı konusu gündeme gelmiş, akabinde Ensar ve Muhacir topluluklarının bir araya gelip istişare sonucu Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) halife seçilmiştir. İşte bu noktada kimi Sünni ulema ve kimi tarihçilerin zihninde tereddütler hâsıl olmuş olsa gerek ki, Hz. Ali (k.v)’in bu istişare ve müzakereler esnasında hilafet için kendisinin seçilmesini umduğunu belirtirler. Acaba öyle mi? Şu bir gerçek; Hz. Ali (k.v) bu konuda hiçbir mesele çıkarmaksızın geçte olsa seçilen halifeye biat etmiş ilim hikmet kapısıdır. O’nun geç biat etmesi Hz. Ebû Bekir Sıddîk’ın halifeliğini asla red manasına değil, sadece Allah Resulü vefat ettiğinde, o hengâmede hilafet meselesi kendisinden habersiz şekilde görüşüldüğü zannıyla gecikilmiş bir biattır. Bir başka nedense Peygamberimizin vefatının akabinde hemen beyat ettiği zaman Hz. Fatıma annemizin incineceği ihtimalini göz önünde bulundurup bu konuda altı ay sessiz kalmayı uygun görmüştür. Her neyse erken ya da geç,  sonuçta Hz. Ali (k.v), Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a)’ın yanına varıp:

   -“Bu göreve layık olan sensin, ama Allah Resulü’nün daha henüz vücudu ortada iken halifelik görüşmelerinin bana haber verilmediği için kırılıp geciktirmiştim, yarın mescitte herkesin huzurunda beyat edeceğim” demiş ya, bu yetmez mi? Ve gerçekten de sözünün eri olduğunu gösterirde. Kaldı ki, ilim hikmet kapısı bunla da kalmaz, gerek Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) döneminde olsun gerekse Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Osman (r.a) dönemlerinde olsun hiç fark etmez her üç halifenin de yâr ve yardımcısı olmuştur. Bilhassa ihtilafların doruk noktaya ulaştığı Hz. Osman (r.a) döneminde bile o’na bir an olsun destek olmaktan geri durmamıştır.  Ama gel gör ki, o’nun bu desteği; Halife etrafında yuvalanan Emevi dayanışma ağını kırmaya yetmemiştir. Üstelik o’nun bu samimi girişimleri hep yanlış algılanıp güya Hz. Osman’a karşıt bir tavır olarak gösterilmiştir. Yine de her şeye rağmen O; ‘iyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir’ düşüncesiyle Hz. Osman (r.a)’ı şehit olması anına kadar ümmetin birliği ve dirliği adına hareket etmesini bilmiştir.      

          Aslında yaşanan gelişmelere soğukkanlı olarak baktığımızda Peygamberimizin dar-ı bekaya irtihalinin ardından ilk başta halifenin Kureyş’ten olması birlik ve dirlik adına yerinde bir karar olduğu fark edilir. Şayet halife Kureyş’in dışında başka bir kabileden olsaydı tarihin seyri belkide bir başka yörüngeye kayıp bir takım istenmeyen önü alınmaz olaylara sahne olacaktı. Bu yüzden Araplar için Kureyş ne ise, Türkler içinde Oğuz boyu o derece kıymet değer ifade eder.  Çünkü her iki kabilede kendi tarihi seyri akışında kendi boylarını müsbet anlamda geleceğe taşıyacak medeniyet mayası oluşturup mühim rol üstlenmişlerdir. Zaten ulvi gayeler üzerine kurulu maya tuttuktan sonra kabileciliğin pek kıymet-i harbiyesi kalmaz da. Anlaşılan o ki,  Allah’ın Habib-i her türlü kabileciliğin İslam’a aykırı olduğunu beyan etmesinin arka planında yatan etken unsurda buydu, yani ilerisinde sırf kan bağına göre teşkilatlanmış bir Müslüman topluluğa geçit vermemek içindi.  

          Peki ya Yahudiler? Malum onlarda hemen her devirde fitne oluşturmaya meyilli hazır topluluklardır. Şöyle ki, Hz. Muhammed'in (s.a.v) yüzüne karşı açık açık; “Cebrail bizim düşmanımızdır. Şayet sana gelen Mikail olsaydı iman ederdik” demekten imtina etmemişlerdir. İşte bu sapkın düşünceler içerisinde, güya Kur’an Hz. Ali'ye gönderilmişte, Cebrail (a.s) onu Hz. Muhammed (s.a.v)’e getirmiş diye tevil etmişlerdir. Hani zırva tevil götürmez derler ya, aynen öyle de bu tür iddiaların temelinde; öteden beri Yahudilerin Cebrail’e karşı kin, nefret ve düşmanlık beslemelerinin dışa yansıması öç alma gayreti söz konusudur. Oysa gerçek şu ki; Hz. Ömer (r.a)’ın teklifiyle Kur’an ayetleri Hz. Ebu Bekir’e arz edilip kitap haline getirilip adına Mushaf denmiştir. Üstelik Mushaf ashap arasında iyi yetişmiş hafızların gözetimi altında ve Sahabe-i Kiramın şahitliği ile gerçekleşmiştir. Kaldı ki hali hazırda Hz. Ali (k.v)’in kendi eliyle yazıp kaydettiği Kur’an’da Hz. Peygambere indirilen Kuran’ın aynısıdır. Dolayısıyla daha nasıl oluyor da bu tür zırvalara başvuruluyor doğrusu şaşmamak elde değil.  Hatta geldiğimiz noktada bile günümüz Ümmet-i Muhammed’in okuduğu Kur’an, Hz. Osman’dan bize ulaşan Kur’an’ın aynısıdır. Tabii mesele burada bitmez, devamında bir başka iddia ise; Kur’an'da ki ayetler aslında mevcut ayetlerden fazlaymış da,  Hz. Osman zamanında bazı ayetler çıkarılıp şimdiki hale dönüştürülmüş güya. Onlar öyle iddia ede dursunlar, illa bir farktan söz edilecekse şu an okuduğumuz Mushaf’ın Hz. Ebu Bekir döneminden tek farkı tertip üzerine yazılmış olmasıdır, bunun dışında ne bir kelam eksikliği ne de fazlalığı söz konusudur. 

          Kelimenin tam anlamıyla şunu diyebiliriz ki;  Kur’an Hz. Ebu Bekir döneminde Mushaf haline getirilmekle kalmamış bunun yanı sıra herhangi bir ihtilafa açık kapı bırakmayacak şekilde Mushaf heyeti oluşturmak suretiyle o güne kadar değişik lehçelerde yazılı olan Kur’an nüshaları ashabın şahitliğinde yakılmış bile. Derken kaynağına uygun sadece Hz. Hafsa’nın evin duvarında asılı duran Kur’an’dan altı adet İslam merkezlerine gönderilmek suretiyle çoğaltılıp günümüze kadar tahrif edilmeden gelen tek kutsal kitapla müşerref olmuş olduk.  Evet, dünyada tek tahrif olmayan kutsal kitapla müşerref olmasına oldukta, yine de fitne bu ya, acaba nerden bir kafa karışıklığı oluştururuz hesabıyla hiç boş durmamakta. Tabii bu durumda fitne boş durmayınca ister istemez bu cin fikirlerin arka planında Yahudilerin olabileceği akla takılıyor. Dün nasıl ki pek çok fitne hareketlerin altından Yahudi parmağı çıktıysa bugünde aynı parmağın izlerini Filistin’de, Mısırda, Irakta,  Suriye’de Türkiye’de bariz bir şekilde görüyoruz pekâlâ. Müslümanların bölük parça olması bunun teyit ediyor zaten.                                         

                                            Hz. Osman’ın Şehadeti

            İslam toplumunda hem müspet hem de menfi anlamda ilklerimiz var. İşte hiç arzu etmediğimiz bir ilkimiz var ki,  o da hiç şüphesiz Hz. Osman'ın (r.a) hilafeti döneminde yaşanan İbn-i Sebe fitne hadisesidir. Malum İbn-i Sebe, eski Yemenli Haham başı olup görünüşte Müslüman, ama gerçekte tam dört başı mamur bir fitne komitecisidir.  Medine’ye geldiğinde yaptığı ilk iş gayet istismara açık “Haşimilik ve Emevilik” konusunu kaşımak olmuştur. Hatta bu arada Hz. Osman (r.a)  ve hilafetliği hakkında bir sürü ipe sapa gelmez dedikodu listesi hazırlamayı da ihmal etmez. Sinsilik bu ya, daha da ileri gidip kendince fitne üssü olarak kullanacağı bir takım merkezlere mektuplar göndermek suretiyle Hz. Osman’ın hal edilmesi senaryosunu adım adım yürürlüğe koyar da.  Derken bu mektuplar semeresini verdiğinde isyancılar Medine’ye baskın yapıp Halife Hz. Osman (r.a)’ı evinde Kur’an okurken şehit edeceklerdir. 

           Ne yazık ki gözü dönmüş isyancıların işledikleri canice yürek burkan bu hadise ileri ki dönemler içinde kötü örnek teşkil edip daha pek çok fitne hareketlerin fitilini ateşleyici etken unsur olur. Öyle ki bundan sonraki aşamada Emevilerle Haşimileri birbirine düşürecek planı hayata geçirmek vardır. Hatta yürürlüğe konulacak planın bu aşamasında Hz. Osman (r.a)’ın kanının davasını gütmek vardır. Nasıl mı?  Önce Hz. Osman (r,a)’ı Hz. Ali'nin (k.v)  öldürttüğü şaibesi yayılacak, sonrasında Emevilerin bam teline dokunaraktan kışkırtılmaları sağlanacak. Ne de olsa Kureyş’in en önemli iki kolu Haşimi ve Emevi koludur. Öyle ya,  Hz. Ali (k.v) Kureyş’in Haşimi kolundan olduğuna göre o’nun halife olması hilafetin Emevilerin elinden çıkması demekti. Böyle bir durumda hem Emevilik davası güdülmeli hem Hz. Ali (k.v)  hem de diğer sahabenin önde gelen isimlerin halifeliği konu edilmeli ki birbirlerine düşürülecek sinsi plan gerçekleşsin. Ancak evdeki hesap bazen çarşıya uymaz ya, aynen öyle de ilk başta düşündükleri gibi durum ortaya çıkmaz.  Çünkü Hz. Osman’ın şehit olmasının akabinde Basralılar Talha b. Zübeyir’i, Kufeliler Zubeyr b. Avvam’ı, Mısırlılar da Hz. Ali’yi halife olma konusunda ikna edemezler. Hatta Sa’d b. Vakkas ve Abdullah b. Ömer’e de halifelik teklifiyle gittiklerinde yine netice alamazlar. İsyancılar baktılar işler sarpa saracak bu kez sağa sola ültimatomlar yağdırarak; “şayet yarına kadar ashabın ileri gelenlerinden herhangi biri halife çıkmazsa boyunlarını vuracağız” tehdidini savururlar. Neyse ki Ensar-Muhacir grubundan bir topluluk zar zor Hz. Ali (k.v)’i ikna etme çabaları neticelenirde ertesi gün mescitte beyat hadisesi gerçekleşir.  Böylece Hz. Ali (k.v) üç büyük halifenin dördüncüsü olur.  

            Evet, ilim hikmet kapısı Hz. Ali (k.v) hilafete geçti geçmesine ama sular durulmayacaktır, hatta sular daha da bir kabarır hal alır. İşte suların kabardığının ilk işaret taşları diyebileceğimiz;

         “- Cemel Vakası,

            - Sıffın Vakası,

            -Kerbela Vakası” meramımızı anlatmaya yeter artar da. Madem öyle tarihi kaynaklara bakıp Müslümanları derinden yaralayan bu üç olay nasıl vuku bulmuş bir göz atalım. 

                                                                                                                           Devam edecek,