Mustafa Toygar


AKREBİN KISKACINDAKİ HÜZÜN DİYÂRI: FİLİSTİN

Fakir bu yazıyı 19 yıl önce kaleme almıştır. “YİNE DÜNYA ESKİ HAMAM, ESKİ TAS.”


Mü’minlerin ilk kıblegâhı… Birçok peygambere ait hâtırâları bağrında saklayan, nebîler ve velîler yurdu… Aklın durup, aşkın hüküm kıldığı, zamânın ve mekânın aşıldığı, zamansız mekânlara ve mekânsız zamanlara hükmeden Mi’rac mûcizesinin gerçekleştiği kutlu mescidin bulunduğu topraklar… Azîz hâtırâlarını Efendiler Efendisi’nin (s.a.v.) teşrifiyle taçlandıran, Cenâb-ı Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de “Biz O’nun çevresini mübârek kıldık[1]  diye târif ettiği mukaddes belde... Şâirin; “Kurşundan çiçeklerin şehri”[2]  dediği yer Kudüs… “Gökte yapılıp yere indirilen şehir… Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi…[3] Mazlumların feryâdının yükseldiği, gözyaşının sel olup aktığı; “âh”ın “of”a, “of”un “âh”a karıştığı akrebin kıskacındaki hüzün diyârı: Diyâr-ı Aksâ… “Çöllerde kayıp bir yetim vâha”[4] olan Filistin...

 

Hem kendisi hem de çevresi mübârek kılınan bu toprakların bugünkü hâline baktığımızda yüreğimiz kan ağlıyor. Ne hazindir ki, bu fazîletli belde, bugün Yahudi işgali altında... Bir kıt’alin yaşandığı bu kutsal toraklarda, her gün Filistinli çocukların üstüne kurşun sağanağı yağıyor. Mi’rac Mescidi olan Mescid-i Aksâ ve çevresinin Siyonistlerce işgal edilmesi yetmiyormuş gibi, İsrail’in katliam üstüne katliam yapmasını, İkinci Dünya Harbi’nde Hitler tarafından yakılan dedelerinin intikamını Filistinli çocuklardan almasını ne hazindir ki bizler; elleri böğründe seyrediyoruz… 

 

Elli yıldır sürekli işgale, sürgüne, katliama mâruz kalan, en acımasız soykırımlara muhatap olan, zulüm altında inim inim inleyen, her yandan kuşatılmış, onuru çiğnenmiş, devlet başkanları bile muhasara altına alınmış, mazlum, mâsum, mahzûn, mahkûm ve mağdur olan insanlar… Çâresiz bırakılan, umutları yok edilen, hak arama yollarının tamamı ortadan kaldırılan ve tarih sahnesinden silinmek istenen bir toplum: Filistin Halkı...

 

Her türlü vahşeti sergileyen, ırkçılıkta insanlığı dehşete düşüren, saldırganlıkta dur durak bilmeyen, mâsumların kanı sel edilerek, mazlumlar en hayâsız bir biçimde katledilerek kur/dur/ulan bir eşkıyâ devlet… Lânetlenmiş bir kavim... Bu devlet; Sabra ve Şatilla katliamlarına Ramallah’da, El Halil’de, Nablus’da, Cenin’de, Gazze’de, Doğu Kudüs’te yenilerini ekleyen, savunmasız sivillere alçakça saldıran, tarihte görülen en büyük jenositlerden birini yapan çağdaş firavunların devleti… Bugüne kadar devamlı insanlık suçu işleyen, BM’nin hiçbir kararına uymayan ve uygulamayan, AB’nin/ABD’nin desteğiyle dünyaya meydan okuyan terörist bir devlet: İsrail Devleti... 

 

İsrail, müstakil bir devlet olarak İslâm Dünyası’nın kalbine İngilizlerin eliyle bir hançer gibi saplandığı günden beri Ortadoğu’da kan, gözyaşı ve dram hiç bitmedi. Filistin’de; zulüm, vahşet ve katliam her geçen gün daha fazla ivme kazandı. Son günlerde Gazze’ye durmadan bomba yağdırılırken, aralıksız Yahudi saldırısına uğrayan ve dünyanın gözü önünde şedit bir soykırım uygulanan bu kutsal topraklarda, her gün mâsum Filistinlilerin üstüne devamlı bomba yağıyor. Filistin’de, insanların kanını donduran bir kıyım ve acımasız bir kırım yaşanıyor.  Ve bütün bunlar olurken; birliğini çoktan yitirmiş, Filistinli kardeşlerine ağlayıp sızlamaktan, düşmana lânet yağdırmaktan başka elinden bir şey gelmeyen bir buçuk milyar âciz bir ümmet yaşıyor dünyada... Bu ümmet, ne yazık ki O mübarek isme hakkıyla lâyık olamayan günümüzdeki Muhammed Ümmeti...

 

Bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapan, ama şu anda kendi inancından, kendi “kadim tarihinden” kendi kutsallarından, kendi kimliğinden, utan/dırıl/an, kendi gücünden korkan, kendi ayak sesinden ürken, sâhip olduğu mukaddes değerlerden uzaklaş/tırıl/an; “ne pahasına olursa olsun” mantığıyla AB’nin/ABD’nin kulu kölesi yapılmaya çalışılan, “titreyip kendine dönmemesi” için uyuyan / uyutulan, “Ne İsâ’ya, ne Musâ’ya yaranan”“İki câmi arasında bî-namâz kalan” bir millet: Türk Milleti...

 

Küreselleşmenin “Global terör”e dönüştüğü, “Sonsuz Adâlet”in “sorgusuz adâlet”e tedvîr edildiği, 11 Eylül sonrası dönemde ABD destekli İsrâil’in “Küresel terör” ve “sınırsız saldırı” gerçekleştirdiği, suskun “Hür Dünya”nın (!) küreselleşmenin iflâsını -daha doğrusu küreselleşmenin bir mânâsının da ‘sorgusuz adâlet ve sınırsız saldırı’ olduğunu- îlan ettiği bir zaman dilimi: Milenyum...

Hem kendisi, hem de çevresi mübârek kılınan Filistin topraklarının bugünkü hâline baktığımızda yüreğimiz kan ağlıyor. Filistin yine kan gölü... Yine Müslüman kanı dökülüyor, yine masum insanlar katlediliyor. Yine, sapan taşıyla vatanını savunmaya mecbur bırakılan çocuklar öldürülüyor... Yine Gazze’de insanların evleri başlarına yıkılıyor, çoluk çocuk demeden savunmasız Filistinliler kurşuna diziliyor ve her çeşit kıt’al sergileniyor… Yine İsrail tarafından en korkunç savaş suçları işleniyor Filistin topraklarında.  Beş yaşında şehid olan Ömer’ler, evladına doyamayan Zehrâlar, babasının yanında katledilen Muhammed Durralar, Siyonist füzeleriyle vurulan Şeyh Ahmed Yâsinler, Abdulazîz el-Rantisîler ve onların yerine geçen liderler toprağa veriliyor… Orada, her gün gökyüzünü saran bulutlar, bomba yağmurlarıyla kararıyor. Filistinlilerin hayâta dâir talepleri simsiyah bir renge dönüşüyor. Ve insanların umudu, fosfor bombalarıyla yanıyor Gazze’de… 

Gözleri görmeyen, kulakları duymayan, yürekleri hissetmeyen, gönlü gözünden çok evvel körleşmiş, vicdânı kulaklarından çok önce sağırlaşmış, kalbi beyninden daha fazla taşlaşmış bir “insanlık…” “İnsanlık”, şehit edilen mâsum ve mazlum Filistinlilerin cansız bedeni altında kalırken; “İnsan hakları, demokrasi, terörle mücadele, hukukun üstünlüğü” prensipleri de Gazze’deki binaların enkâzına gömülüyor…

 

İşte bu küreselleşen (?) zaman diliminde lânetlenmiş bir kavim, en acımasız insanların bile kanını donduracak metotlar uygulayarak, Filistin halkına ve onun BM tarafından tanınan meşrû devletine ve topraklarına saldırıyor. Acılar içinde büyüyen 13 yaşındaki bir Filistinli kızın “Utanın!”  diye feryat eden çığlığının kulaklarda yankılandığı, ama utanacak yüzün kalmadığı “yeni bir dünya düzeni” (!) yaşanıyor 2009 yılında... 

 

İşgalci Yahudiler; ayrım gözetmeksizin sivil halk üzerine ateş açıp, yaşlı, kadın, çoluk çocuk demeden binlerce Filistinli Müslümanı şehit ediyor. Gazze, Siyonistler tarafından en acımasız savaş silahlarının denendiği bir çeşit savaş laboratuvarına dönüştürülüyor. Filistin’de vahşet filmlerini aratmayacak ve hatta onlara taş çıkartacak sahneler yaşanıyor. Gazze’nin bütün yerleşim yerleri bombalanıyor. Silahsız insanlar sokaklarda kurşunlanıyor. Bütün dünyanın gözü önünde insanlar hayatının baharında solduruluyor.  Gök ekin misâli biçilen çocuklar insafsızca öldürülüyor. İsrail uçakları BM Yardım Binasını vuruyor, hastaneleri bombalıyor, okulları yerle bir ediyor, ambulanslara saldırıyor ve zeytin gözlü masum bebekleri fosfor bombalarıyla yakılıyor… Mazlum Filistinli yaralılar, aç bi-ilaç şehit oluyor… Bütün bu olanlar karşısında; hukuk, adâlet, Helsinki Sözleşmesi, insan hakları vs. ne hikmetse (?!) “Batı” tarafından rafa kaldırılıyor... 

 

AB; Gürcistan için hemen devreye girip, Rusya’nın saldırılarını durdururken, Bosna’dan sonra Filistin’de de katliama göz yumuyor ve Müslümanlar inim inim inlerken her zaman olduğu gibi “üç maymun”u oynamaya devam ediyor. Türkiye’nin PKK terörüne karşı yapacağı sınır ötesi operasyonlara karşı çıkanlar, İsrail saldırıları ve jenosidi karşısında seslerini bile çıkarmıyor… Bu zulüm, işkence, saldırı ve katliamlar karşısında insanlığın rûhu kanıyor mu dersiniz? Filistin’deki katliam bütün dünyanın gözü önünde naklen izlenirken, bir asır önceki “sözde soykırım tasarılarıyla” uğraşanlar, Ermenilerden “özür dileme” yarışına girişen ‘beyni ve ruhu özürlü özürcüler’ kış uykusuna mı yattı acabâ? 

 

Dünya, Filistin’de yaşanan katliama boş gözlerle bakarken, biz de bu vahim olayları elleri böğründe seyrediyoruz ne yazık ki... Bir millet topyekûn imhâ edilmeye çalışılılırken; Filistin’deki çocukların feryâdı, anaların ağıdı, kızların çığlıkları, yaşlıların sel olan gözyaşı ve çâresiz insanların dramı kanımızı donduruyor, ama elimizden duâdan ve protestodan başka hiçbir şey gelmiyor.

 

 Bir şâir; “Kalbimin bir yarısı Mekke, diğer yarısı Medine; üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.”[5] derken, Mekke-i Mükerreme’deki “Mescidü’l-Harâm”ın, Medîne-i Münevvere’deki “Mescid-i Nebevî”nin ve Kudüs-i Şerîf’teki “Mescid-i Aksâ”nın Müslümanlar için önemini ve kutsiyetini dile getirmiştir. Bu îtibarla; rûhunu yitirmeyen, kalbini karartmayan her Müslüman, Yahudi eliyle bedenine saplanan hançerin acısını yüreğinde hissetmelidir. Filistinliler zulüm altında inlerken, BM’in tanıdığı Filistin Devleti, İsrail tarafından işgal edilmeye, yok edilmeye çalışılırken, mübârek toprakların üzerinde kirli ayaklar dolaşırken, bu kutsal beldede pervasızca Filistinlilerin kanı akıtılırken nerdesiniz ey evrensel değerleri savunanlar!.. Nerdesiniz Bütün mü’minler kardeştir[6] Âyet-i celîlesini dilinden düşürmeyen Müslümanlar!.. 

 

Ancak, Hamas’ın kurucularından olan, 1987’de Filistin’deki ilk intifâdayı başlatan ve 22 Mart 2004 tarihinde Siyonistlerce şehit edilen Şeyh Ahmed Yâsin’in “Bırakın savaşçı onuruyla ölelim! Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu Sana şikâyet ediyorum!” diye başlayan ve “Bizden teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin! Çünkü biz bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz.” diye devam eden “Ümmete Mektubu”nda; 

 

“Siz ey Müslümanlar! Suskun ve âciz, helâk olmuş ölüler! 

Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında? Hiç mi kimse yok, Allah için ve ümmetin nâmusu için kızacak? 

Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak îlan edenlere karşı duracak! Bu ümmet utanmaz mı şerefi çiğnenirken? 

Omuzlarımıza el verecek ve gözyaşlarımızı silecek bir bakış! Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilatları ve bâriz şahsiyetleri, Allah için kızmaz mı? Tümü birden sokağa dökülüp bizim için duâ etmeye; 

‘Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve Müslüman kullarına yardım et!’ diye çağıramaz mı? Buna da mı gücünüz yetmiyor?” 

 

dediği “dipdiri meyyit”ler[7] biz değil miyiz? 

 

Bunca zulüm, işkence, katliam ve işgale rağmen neden sesiniz çıkmıyor? Şâir Seyyid Vehbi’nin; “Halimize dost değil, düşmen-i gaddar ağlar” mısraı, sanki yaşadığımız bu acıklı tabloyu çok veciz bir biçimde özetliyor… Filistin, Gazze, Batı Şeria, Irak, Afganistan, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Kırım, Karabağ ateşle imtihan olurken bizler ne yapıyoruz? “İdarecilerimiz” ne yapıyor? “Aydınlarımız” ne yapıyor? “Sivil Toplum önderleri” ne yapıyor? Kimileri hâlâ “Küreselleşmenin ve BOP’un hikmetlerinden (!?)” dem vuruyor, kimileri “bölgeye gelecek demokrasinin” (!) hayâllerini kuruyor, kimileri “Hilâl”in düşmanlarını koruyor, kimileri “stratejik ortaklık” beşiğinde sallanıyor, kimileri de “6 köşeli ya da 12 yıldızlı” bayrakların gölgesinde allanıp pullanıyor…

   

Fakat bizler ne yazık ki, inancımızın, îmanımızın, tarihimizin ve coğrafyamızın bize yüklediği mükellefiyetin yanına bile yaklaşamıyoruz. Hâlbuki elimizle, dilimizle, malımızla Filistinlileri desteklemek insânî, İslâmî ve millî bir görev değil midir? Hiç olmazsa Hz. İbrahim’i (a.s.) yakacak ateşi söndürsün diye gagasıyla su taşıyan o güvercin gibi “Dostluğumuzu göstermek için”, “Tarafımızı belli etmek için” bir gayret içinde olmamız gerekmez mi?  Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa bile, Filistin meselesinde aktif olunması ve AB/ABD eksenli politikalardan uzak kalınması, İsrail’le yapılan askerî anlaşmaların askıya alınması için siyâsîler uyarılmalı, maddî olarak Filistinlilere destek verilmeli, onlara yalnız olmadıkları hissettirilmeli, Siyonist sermayeye karşı etkili boykotlar ve sivil tepkiler ortaya konulmalıdır… Hiç olmazsa Filistin halkının ve dünyadaki bütün mazlum insanların felâhı için gözyaşları içinde; Şeyh Ahmed Yâsin gibi, 

“Allah’ım! Gücümüzün azlığını, imkânımızın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımızı Sana şikâyet ediyoruz… Allah’ım! Sen mustazafların Rabbisin… Sen bizim Rabbimizsin… Bizi kime bırakıyorsun? Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı? Allah’ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılmış çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsâd edilmiş ekinler aşkına Sana şikâyette bulunuyoruz. 

Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı… Birliğimiz bozuldu… Yollarımız ayrıldı…”[8] diyenlerin sesine kulak vermeli, birlik olmalı, “din kardeşliği” hukukunun gereği eldeki bütün imkânlar kullanılarak yerine getirilmeli ve en samîmi duygularla duâ edip “Azîzü’n-züntikâm”[9]* olan Cenâb-ı Allah’a yalvarmalı, zâlimler için “Kahhâr” sıfatının tecellîsini niyâz etmeliyiz. Yoksa yarın çok geç ve unutmayalım ki; bunun Mahşer’deki hesâbı çok güç olacaktır...

 

Yaşanan hâdiseler bizle; hasta bir medeniyetin mâşerî vicdândaki cinnetini, kendi peygamberlerini bile istihfaf eden ve öldüren kavmin vahşetini, elleri böğrüne düşen Müslüman milletlerin acziyetini, eksilen recûliyetini, mazlum bir halkın vatan müdafaasındaki izzetini ve bu şartlarda yapılan cihadın kutsiyetini göstermiyor mu? 

 

Kudüs’ün son elli yıllık tarihine baktığımızda maalesef hep kan, hep gözyaşı, hep acı, hep ihânet ve hep hüzün görürüz... Mâsum ve mazlum Filistin halkı yıllar yılı âh edip inlerken, Filistin İntifâdası “Özerk Yönetim” (!?) tarafından kendi içinde ihânete uğrarken, bu kutsal direniş “arabuluculuk” adı altında akâmete uğratılmaya çalışılmıyor mu? İsrail, Filistinliler adına “Şerefsiz bir barışı” dayatmanın peşinde koşuyor.   Filistin halkı yıllar yılı inim inim inlerken, “Sağır dünya” mağdurların feryâdını duymuyor.  Ne acıdır ki, Filistin’de toprağa düşen mazlumların kanı sel olup akarken, yanaklarda gamze olan gözyaşları varken, AB/ABD destekli Yahudi ordusu; Filistinlileri çocuk, kadın, ihtiyar demeden hem katlediyor hem de dünyaya kendisinin mağdur olduğunu (!) ilân ediyor; şâirin; “Sorsalar mağdurunu gaddar kendin gösterir”[10] dediği gibi...

 

  1.   Ne hazindir ki, monşerlerin hegemonyasında bulunan hâriciyemiz sâyesinde (!) Türkiye, Filistin’de yaşanan hâdiselere seyirci kalmaktadır... Hâlbuki bu netâmeli bölgeyi asırlar boyunca sulh ve sükûn içinde idâre eden, Filistin’le tarihî, coğrafî ve inanç bağları olan millet biz değil miydik? Tevârüs ettiğimiz mîras Türkiye’nin bu bölgeye bîgâne kalmama vazifesini yüklemiyor mu? Fakat ne acıdır ki, bizim idârecilerimiz yıllar yılı bu şuurdan yoksun kaldı. Yoksun olmasak bölgenin en güçlü ülkesi olan Türkiye, Orta Doğu’daki bu önemli konuda sâdece “hariçten gazel okumakla” yetinemezdi... Ne yazık ki, “hariçten okunan gazel” bile Batı müziğinden mülhem… 
  2.  
  3. Herkes bilmelidir ki, İsrail; sâdece Filistin topraklarının peşinde değildir. Yahudiler “Arz-ı Mev’ud” denilen “Vâdedilmiş Topraklar”da hâkimiyet ideâlini tahakkuk ettirmek için çalışmaktadır. Bugün için Kudüs’ü alıp başkent yapma, yarın ise Nil’den Fırat’a kadar olan “Arz-ı Mev’ud”a hükümrân olma gayretinin peşindedir. Bunu, Türk milleti’nin çok iyi idrâk etmesi gerekir. Yahudilerin ve iş birlikçilerinin Güneydoğu Anadolu’daki ve Kuzey Irak’taki açık ve örtülü arazi alımları ve bölücü örgüte verdikleri destek hangi gâyeye mâtuftur acaba? Bu durumu tarihin mihengine vurarak ve Cennetmekân Sultan II. Abdulhamid Han’ı bir kere daha rahmetle yâd ederek değerlendirmemiz gerekmez mi?

 

Türkiye kendi jeo-stratejik konumu, tarihî ve kültürel misyonu gereği büyük devlet olduğunu hissetmeli ve bütün dünyaya hissettirmelidir. Bunun için Türk Devleti kendi gücünden ürkmemeli, kendi ayak sesinden korkmamalı, kendi tarihî mükellefiyetinden kaçmamalı, hâdiseleri vârisi olduğu Osmanlı Cihan Devleti’nin zâviyesinden değerlendirmelidir. Osmanlı’ya tevârüs eden bir Türkiye olarak; ‘bir aşîret obası’ olmadığımız şuuru içinde büyüklüğümüzü idrâk edip, “Bir Dünya Devleti” olma potansiyelimizin farkına varılmalıdır. Gelişen hâdiseler karşısında; tarihin, coğrafyanın, fiilî jeo-politiğin ve medeniyetimizin bize yüklediği sorumlulukları bilerek omurgamızı dik tutmalı, akıl-bâsiret-ferâset-cesaret ve ilm-i siyâset ikliminde tavır belirlemelidir.Türkiye Cumhuriyeti, Ortadoğu’da İsrail-Amerika ekseninde dış politika yapmanın mâzîsine, misyonuna ve menfaatlerine ters düştüğünü artık anlamalıdır.

 

 Gül solmuş, bülbül ölmüş, bağlar bozulmuş ve gülistanda katmer güller kalmamış olsa da dostlarının vefâsızlığı, düşmanlarının pervâsızlığı arşa çıksa da, ârifler; “Ne ağla ne gül bugün / Anla yeter...” dese de biz hem anlamalı hem cihad yolunda mesâfe katetmeli hem mazlumlar ve mağdurlar için duâ etmeli, hem de kendi günahlarımıza ağlamalıyız... 

  1.  

İslâm kardeşliği şuurunda olamadığımız için, Kur’ân-ı Kerîm’in emirlerini hakkıyla yerine getiremediğimiz için, İslâm’ı “Asrın idrâkine” söyletemediğimiz için, Müslümanlar dünyanın dört bir tarafında eziliyor, horlanıyor, kıt’ale uğruyor… Filistin’de, Çeçenistan’da, Irak’ta, Sudan’da, Keşmir’de, Kırım’da,  Doğu Türkistan’da, Karabağ’da, Eritre’de, Moro’da, Balkanlar’da, Batı Trakya’da, velhâsıl her tarafta mazlûmiyet ikliminin hüznünü, çilesini, acısını, kederini yaşayıp, acziyetin sancısını bütün hücrelerimizde soluklarken, biz; elimiz, kolumuz, dilimiz bağlanmış vaziyette kalmıyor muyuz? Hicaz’dan Hüzzam’a doğru giden firkat nağmeleri bizim hâl-i pür melâlimizi mi anlatıyor yoksa?

 

İçimizdeki güzelliklerin İlâhi raksını kaybetmemeliyiz... Hakkın kuvvetlinin elinde ve yanında olduğu bir dünyanın vicdânı sağırlaştığı için mazlumların feryâdını duymasa bile, biz Müslüman Türk milleti olarak bu ıstırabı bütün hücrelerimizde mutlaka duymalıyız. Zulme teslimiyetin zillet olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Şu gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıyız ki, zulüm hiçbir devirde ilelebet bâki olmamıştır ve ol/a/mayacaktır…  

 

 “Yarın artık bugündür” diyerek, âtîde yapacaklarımızın ve mâzîdeki yaptıklarımızın hesâbını ve yâdını bırakarak bugünkü hareket tarzımızı belirlemeliyiz.   Filistin’de işlenen bu cinâyetler karşısında tarafsız kalmak, zâlimden yana taraf olmak demektir. Zâlimlerin safında değil, mazlumların yanında yer almalıyız. Bugün Filistin’de yaşananların, yarın bizim de başımıza gelmeyeceğini hiç kimse garanti edemez. Türk milleti bütün toplum kesimleriyle Filistinli kardeşlerimizin yanında olduğunu göstermelidir. Türkiye; dînî, tarihî, coğrafî, içtimâî ve stratejik sebepler dolayısıyla Filistin Meselesi’nde aktif politika izlemelidir. 400 yıl boyunca yönettiği bu bölgeye duyarsız kalamaz / kalmamalıdır… Devletimiz, 50 yıldır işgal altında olan bu “mazlum halkın” sesine ses katmalıdır.  Eğer bugün sesimizi çıkarmaz isek, eğer haksızlık ve zulüm karşısında suskun kalarak “dilsiz şeytan olur isek, eğer mazlum kardeşlerimizin yanında yer almaz isek, eğer İsrail’e dolaylı destek verir isek; bu utanç verici hâli dünyada ve ukbâda taşımak zorunda kalacağımızı hiç ama hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.

     

Bütün bu yaşananlar bir imtihandır.  “Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysaki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[11] Yahudilerin bu son vahşeti; -Allah bilir-  belki de, bir hayra, bir uyanışa vesile olacaktır.  Zirâ, Filistin’de yaşanan zulüm karşısında artık mûtat hâle gelen “kınama” beyanlarının önemi kalmamıştır. Mâsum insanların mâruz kaldığı zulüm, dayanma haddini çoktan aşmış, bıçak kemiğe dayanmıştır. Filistin işgal edilmiş, Müslümanların kutsî değerlerine, vatanına, canına, ismetine, izzetine, malına ve mülküne el uzatılmıştır.  Gazze’de söz bitmiştir... Sözün bittiği yerde, hukukun ve adâletin olmadığı yerde, zulmün ve kıt’alin hüküm sürdüğü yerde, umudun ve çıkar yolun tükendiği yerde Filistinli şair Mahmut Derviş’in;  “Kuşlar nereye uçar, son gökyüzünden sonra...” dediği gibi Filistinli mücâhitlere şehitlikten başka bir yol kalır mı?  Elinizde topunuz, tankınız, uçağınız yoksa; insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi, BM kararları zâlimler tarafından hiçe sayılıyorsa;  geleceğe âit hiçbir umut kırıntısı kalmamışsa işte o zaman, gencecik insanlar  -ölümden başka yapacakları bir şey kalmayınca- “Şehadet Komandoları”na dönüşür ve hayatının baharındaki delikanlılar “Cennet’in kokularını Gazze sokaklarında kokluyorum” diyerek “Uhud’dan Cennet kokularını duyan”  Enes bin Nadr (r.a.) gibi konuşur…

Tarihin aynasında ayân beyan görülmüştür ki, ölümden korkmayanlar, zâlimlerin korkulu rüyâsı olurlar... Öldüklerinde şehit olacağına inanan insanların karşısında zâlimler silahsız kalırlar… Mazlumların ölüme gülümseyerek gitmeleri, zâlimlerin ölümünün başlangıcıdır. Mazlum insanlara zulmederek güç gösterisinde bulunanlar, kullandıkları silahın bir bumerang hâline gelebileceğini hiç hatırdan çıkarmamalıdır. Unutmamak gerekir ki; uğrunda her şeyini fedâ edecek inanmış insanları bulunan toplumlar, yaşamaya hak kazanırlar.  Zîrâ bütün istiklâl mücâdeleleri, uğrunda ölenlerin kanıyla hayat bulmuştur / bulacaktır. Şurası âşikâr bir hakîkattir ki; inanmış insanların kalbindeki îman, bileğindeki kuvvet, yüreğindeki cesâret; ne tankla ne de topla yıkılabilir...

 

Dünyada geçer akçe olan şeylerin âhirette geçmeyeceğini katiyen unutmamalıyız… Zulme teslîmiyetin zillet olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız… Şu gerçeği de aslâ göz ardı etmemeliyiz ki, hiçbir devirde zulüm bâki olmamıştır / olmayacaktır... Ve tarih bize göstermiştir ki, her zulüm çağı mutlaka bir nur şerâresiyle aydınlanmıştır / aydınlanacaktır… 

 

Her kışın bir baharı, her karanlık gecenin bir nehârı vardır... Her şeye rağmen, Filistinli şâirin dediği gibi: “Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var…”[12] Ve kıyâmete kadar da vâr olacak inşa’Allah...

 

Bunun gerçekleşmesi için de kavlî ve fiilî duâlarımız; Filistin için, Gazze için ve dünyadaki bütün mazlumlar için olmalı, İslâm kardeşliği kuvveden fiile geçirilmeli ve Ümmet-i Muhammed olarak Allah’ın ipine sımsıkı sarılmalıyız.”[13]

Selâm olsun Allah’ın (c.c.) ipine sımsıkı sarılanlara… 

Selâm olsun Kudüs’e, selâm olsun Gazze’ye…

Selâm olsun sapan taşlı, zeytin gözlü gençlere…

Selâm olsun, “Ümmetin yetimleri”ne kol kanat gerenlere…

“Zafer, ümit kaynağının bir çeşmesidir. 
           Zafer, birçok gönüllerin birleşmesidir. 

Gönülleri birleşenler! Selâm sizlere! 
           Uzaklarda dertleşenler! Selâm sizlere!”[14]    

 

Ve selâm olsun, Filistin’de cihad bayrağını yükselten korkusuz yiğitlere, bilcümle şehitlere…

 

                                                                                                    Dr. Mehmet GÜNEŞ'in kaleminden   

 

                              (Yozgat Gündem Dergisi, 1 Ağustos -2006, Sayı:6)


 

[1] İsrâ, 17/1

[2] Sezâi Karakoç; Alınyazı Saati – Şiirler 9, Kudüs

[3] Sezâi Karakoç; a.g.eç., Kudüs

[4] Mehmet Âkif İnan, Mescîd-i Aksâ

[5] Nuri Pakdil

[6] Hucurât, 49/10

[7] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak, 167 

[8] Şeyh Ahmed Yâsin’in “Ümmete Mektubu”ndan

[9] Âl-i İmrân, 3/4; İbrahim, 14/47; Zümer, 39 /37; “Mutlak güç sahibi ve intikam alıcı”

[10] Koca Râgıp Paşa

[11] Bakara, 2/216

[12] Mahmud Deviş, Filistinli Sevgili

[13] Âl-i İmrân, 3/103

[14] Nihâl Atsız, Yolların Sonu, Selâm, 41