Selim Gürbüzer


SOSYAL HAYATTAN VAHDETE

Sosyal hayatı üstü açık bir laboratuar olarak düşünürsek şayet, biliniz ki sosyal meselelerin çözümünde olaylara analitik yönden bakma beceresi elde edebiliriz pekâlâ.


Sosyal hayatı üstü açık bir laboratuar olarak düşünürsek şayet, biliniz ki sosyal meselelerin çözümünde olaylara analitik yönden bakma beceresi elde edebiliriz pekâlâ. Öyle ya, deneysiz ve gözlemsiz nasıl ki bir veri elde edilemiyorsa aynen öylede plansız, programsız başıboş ve kendi haline bırakılmış sosyal olaylara kayıtsız kalınmakla da sosyal hayat nizam bulamaz. Nitekim geçmişte pek çok ülke onca yaşadığı hadiselerden sonra kendilerince ders çıkarmış olsalar gerek ki, artık sosyal olaylara analitik gözle bakmanın önemini kavramış durumdalardır. İşte bu gerçeği kavramış oldukları o kadar net ortada açık ki, bu yönde yetiştirdikleri sosyal uzmanlar ve kurdukları sosyal meteoroloji merkezler marifetiyle sosyal hayatın nabzını ölçebilir konuma gelmişlerdir. Böylece bu sayede sosyal olaylar kontrol altına alınabiliyor. Hem nasıl kontrol altına alınmasın ki, bu tür merkezlere gelen veriler ışığında toplumun nabzı tutulabildiği gibi sosyal olaylara da anında müdahale edilebiliyor. 

Hadi dış ülkelerde ki durum vaziyeti anladık diyelim, peki ya bizde ki durum vaziyet nasıldır derseniz, maalesef pekte iç açıcı durumda olduğumuz söylenemez. Hem kaldı ki sosyal meselelere bakış açımızda ki vurdumduymazlığımız, sosyal olaylara kayıtsızlığımız, eften püften sudan bahanelerle meseleleri hep yokuşa sürüşümüz bizim en başta gelen handikabımız olarak karşımıza çıkmakta. Oysa sosyal hayatta karşılaşacağımız her meselelere son derece titizlikle eğilmemiz gerektiği gibi aynı zamanda sosyal hayatın nabzını ölçmek içinde sosyal laboratuar çalışanı gibi davranmak gerekir. Ki, sosyal hayatın nabzını tutmada en ufak ihmalkârlık ileriye yönelik toplum hayatında onarılmaz yaralar açmakta. Hem nasıl ihmalkâr davranabiliriz ki, bikere her şeyden önce sosyal hayatı yakından ilgilendiren her meselede ekonomik, sosyal kültürel, psikolojik ve coğrafi vs. faktörlerin her biri sosyal hayatın nizamını sağlamak için vardır. O halde daha ne duruyoruz tez elden sosyal hayata çeki düzen verecek tüm faktörleri sosyal meteoroloji merkezlerden gelecek en sağlıklı veriler ışığında bir bütün olarak ele alıp topyekûn ülke insanımızı huzura erdirmek gerekir. Ki, sosyal meselelerin çözümü noktasında huzura ermeye mecburuz da. Malumunuz insan dünyaya konuk olarak geldiğinde fıtratı gereği bir yandan sosyal olaylarla haşir neşir olurken diğer yandan da sinesinde taşıdığı o idealist (ülkücü) karakterini ortaya koymak için de kendini ispatlama eğilimine girmekte. Aslında insanoğlunun sosyal hadiselerle haşir neşir olması ve kendini ispatlama eğilimine girme arzusu son derece gayet tabiidir. Zira kâinatın kendine has kanunları olduğu gibi sosyal hayatında kendine has bir takım kural ve kaidelerin varlığı söz konusudur. İnsanoğlu bir takım söz konusu kurallar karşısında istese de duyarsız kalıp kendi kabına çekilemez, bir şekilde sosyal hadiseler kenarından kıyısından kendisine de bulaşıp bir bakmışsın sosyal hadiselerin tam ortasında kendini bulmuş görür. Böylece kendini toplumdan ve sosyal hadiselerden soyutlayamayıp kendince sosyal hayatta aktif rol oynama noktasına gelir. Nitekim insanoğlunun yaşadığı hayat süreci; 

- Akl etme gücü,

- Maddi ve manevi değerler,

-Doğup büyüdüğü kucağında yaşadığı toprakların örf ve adetlerine” göre biçimlenmekte. Burada dikkat etmemiz gereken husus bu üç unsuru hayatımızdan çıkarmamak gerektiğidir. Hayatımızdan çıkardığımızda biliniz ki sadece fert bazında değil, toplum bazında da hayat hikâyemizde büyük bir oranda çözülmeler yaşanacaktır. Dolayısıyla beşeri münasebetlerde çözülmeye meydan vermemek için sosyal hayatın dinamosu sayılan şu üçlü: 

- Teavuf (tanışmak),

- Teavün (yardımlaşma),

- Tesanûd (dayanışma)” gibi sosyal dayanışmaya temel dayanak teşkil edecek öğelerle aramızda güçlü bağlar kurmak gerekir. 

İşte bizi birbirimize bağlayacak çimento bu üçlü bağın dayanıklılığında gizlidir. Şayet bu sosyal dayanışma dayanıklılığını sürdürebilmek diye bir derdimiz varsa bu işe ilk evvela bu üçlü bağın tanışma faslı, yani teavuf bağı denen selamlaşmayla yola koyulup işi sıkı tutmamız lazım gelir. İcabında bu da yetmez, işi sıkı tutmanın daha da ötesinde Yüce Allah’ın (c.c) beyan buyurduğu “Size biri selam verdiği zaman selamla karşılık veriniz” (Nisa 86) ayet mealinden hareketle Peygamberimiz (s.a.v)’in “Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız” hadis-i şerifinin gereğini yerine getirmek olmalıdır. Gereğini yerine getirelim ki, selamlaşmanın akabinde yardımlaşma ve dayanışma da beraberinde gelsin. Hatta beraberinde gelen öyle bir yardımlaşmaya kendimizi adayalım ki “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek” ve “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadis-i şeriflerin mana ve ruhuyla uyumlu Allah’ın rızasına kazanmaya yönelik bir yardımlaşma vuku bulsun. Malumunuz yapılacak olan tüm hayır ve hasenatlarda Rıza-i Bari’nin dışında bir niyet güdüldüğünde biliniz ki günaydını selama tercih edip yardımlaşmayı da şova çevirmiş oluruz. Dikkat edin selamlaşmayı da yardımlaşma kapsamında dikkate aldık, zira Allah Resulünün mealen buyurduğu üzere mümine karşı selamla tebessüm etmekte sadakadır. 

Şurası muhakkak yardımlaşma, dayanışma ve tanışmanın olmadığı toplumlarda fert yalnızlık girdabıyla baş başadır. Sanmayın ki şehrin kaldırımlarından akan o kalabalıklara bakıp da insanlar yapa yalnız değillerdir, kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis o kaldırımlardan cadde boyu akan kalabalıklar aslında yalnızlığın ta kendisi içi boş yığınlardan başkası değildir. Kaldı ki sayı kalabalığı (kemmiyet-nicelik) bir anlam ifade etseydi tarihten bugüne sayıca kuru kalabalıklar kavram olarak adından söz ettiren bir değer ifade etmesi gerekirdi. Hem kemmiyet durumu nasıl değer ifade etsin ki, kelimenin tam anlamıyla kuru gürültü ve kuru kalabalık olmaktan başka bir anlam ifade etmeyeceği çok açık. Bu dünyada sadece ebediyete mal olan değerler kalıcı olabilmekte, diğerleri malum Ziya Paşa’nın değişiyle “İnsan ölür kalır eseri, eşek ölür kalır semeri” cinsinden esersiz göç eden ölülerdir. İşte bu gerçeklerden hareketle bu noktada nicelik değil nitelik önemlidir. Madem öyle, sayıca içi boş topluluklar olmak yerine nitelikli hayırhah denen erdemli topluluklar olmak gerektir. Gönül ister ki bu güne kadar kalabalıklar içerisinde ferdin kendisini yalnız hissetmesine seyirci kalınmasaydı da bu durumlara düşmeseydik. Yine de her şeye rağmen büsbütün de yeise kapılmamak gerekir, dirilişe geçip yeniden sosyal hayatı biçimlendirmek pekâlâ mümkün. Yeter ki tez elden yeniden dirilişe geçebilecek bir ruhla sosyal, kültürel, ekonomik ve politik alanı yeşertecek müesseseler inşa etmek için kolları sıvayalım ki, fertten cemaate, cemaatten cemiyete, cemiyetten milletleşmeye, milletleşmekten Nizam-ı âleme geçmek bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olsun. Derken bu sayede bizimle birlikte tüm insanlıkta soluk almış olur.

Bakınız İbn-i Haldun tâ günümüzden 500 yıl öncesinden şu tespitte bulunmuşlardır: “Kavim ve nesillerin başkalığı ve çeşitliliği onların geçinme şekil ve usullerinin farklı olmasından ileri gelmektedir.” Böylece bu müthiş tespitiyle sosyal hayatın çok yönlü çeşitliliğine işaret etmiştir. Düşünsenize Marksistler ve daha nice ideolojik güdük kafalar sosyal hayatın çok yönlü ve karmaşık gerçeğini göremezken, İbn-i Haldun yıllar öncesinden; “Sosyal olaylar inkâr edilemez, bir eşya kadar gerçeklik içerir” öngörüsüyle sosyal hayata analitik bakış penceresinden bakmak suretiyle çağlara ışık tutmasını bilmiştir. Nitekim bu öngörüsü sayesinde günümüz sosyologları sosyal olaylara bu gözle baktığı gibi gerektiğinde sosyal hadiseleri sebep-netice çerçevesinde iyice tetkik ettikten sonra toplumun lehine dönüştürülebileceği kanaatini de edinmişlerdir. Hiç kuşkusuz bu kanaat üzere olmayan ideolojik kafada olan sözde düşünürlerde vardır. Örnek mi? İşte bu konuda Karl Marx’ın sosyal hayata sırf proletarya penceresinden bakması bunun tipik örneğini teşkil eder. Düşünsenize bu nasıl sosyalizm davası gütmekse Marksistlerin gözünde diğer sınıflar yok sayılmıştır. Keza bunun bir başka tipik örneğine ise kapitalizmin babası Adam Smith’in düşünce dağarcığında görüyoruz. O da bir başka kafadan bir anlayışla burjuvanın dışında ki sınıfları yok sayıp sosyal olaylara tamamen saldım çayıra mevlam kayıra misali “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” yönünde bir bakış açısıyla kitlere yön vermeye çalışmıştır. Kelimenin tam anlamıyla ideolojiler olaylara hep at gözlüğünden bakmışlardır. Allah’a şükürler olsun ki, Müberra dinimizin öğretileri öyle değil. Malum, İslâm’da İrade-i külliye daire içerisinde insan ruhuna kodlanan irade-i cüziye melekesi tüm sahte putlara boyun eğmemek ve eşyaya köle olmamak için kodlanmıştır. Bu demek oluyor ki; ne Marksizm’in sınıfçı anlayışı, ne de kapitalizmin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklinde dillendirilen başıboşluk asla İslâm’la bağdaşmaz. Bilakis dinimiz insanı eşya ve olayların esaretinden kurtarmanın adı bir çağrıdır. 

İşte bu çağrıya icabet eden Osmanlı asırlarca çokluk içinde vahdet olmayı başarabilmiştir. Ta ki Osmanlı gerileme sürecinde Nizam-ı âlem ülküsü heyecanını yitiriverir bu gün geldiğimiz noktada bir yönüyle manda, diğer yönüyle de robotik insan topluluklarına dönülüşü verildi. Maalesef böylesi bir dönüşüm geleceğimizi karartmaktadır. Etrafımıza şöyle bir baktığımızda manevi antrososyal (manevi sosyal antropoloji) çevreden kendini soyutlayan insanlar her geçen gün robotik tavırlarıyla makineleşip ruhunu eşyaya teslim ettiğini görmekteyiz. Dahası tüm insanlık çelişkiler ağı yumağı içerisinde kıvranaraktan insan olmanın erdemliliğini yitirecek duruma gelmiş durumdadır. Hatta tüm insanlık hem “Dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasında hikmetler vardır” ayeti celilenin mana ve ruhunu idrak edemeyecek halde, hem de bir arada yaşanılan insanlarla arasındaki farklılıkları ayrılık ve bölücülük olarak algılayacak haldedir. Oysa ceddimiz ayet-i celilenin mana ve ruhuna öyle sadık öyle vakıftılar ki, üç kıtada dâhiyane insancıl bir anlayışla bağrında taşıdığı yediden yetmişe farklı kimlik, farklı kültüre sahip insanları altı yüz sene bir arada ayakta tutma becerisi gösterebilmiş bir ceddimizdi. Hadi tüm dünyanın hal ve ahvalini anladıkta hele biz ki kökleri sağlam ceddimizin torunları olarak düştüğümüz şu hale bakar mısınız farklılıkları artık bizde bölücülük olarak algıladığımız yetmemiş gibi birde üstüne üstük büsbütün de adeta makinenin emrine kendimizi adamış bir haldeyiz de.

Evet, Osmanlı’nın büyümesindeki sır çokluk içinde yekvücut olma kabiliyetinin en üst seviyede olmasıydı. Nitekim Fransız Tarihçi Grenard’ın; “Osmanlı hiç bir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı” tespiti bunu teyit ediyor. Düşünebiliyor musunuz yabancı bir aydın Osmanlı’yı anlayabiliyor, biz ise yabancı bir düşünür kadar bile daha henüz meselenin özünü tam olarak idrak etmiş sayılmayız. Öyle ya, Osmanlı şayet milliyetler tezadı veya kimlik siyaseti üzerine bir yol izleseydi, her an etrafında ayağına dolanma muhtemel dâhilinde olan Karamanoğulları, Dulkadiroğluları, Germiyanoğulları, Aydınoğulları gibi beyliklerin varlığında dışarıya karşı açılması pek mümkün olmayacaktı. İyi ki de Osmanlı Arnold Toynbee’nin işaret ettiği; “Her milli ve mahalli olayın ayrıca birde dünya olayı olma özelliği vardır” düşünce ekseni istikameti üzerine hareket etti de böylece bu sayede üç kıtada cihangir devlet olabilmişlerdir. Dahası Söğütte Şeyh Edebali eşliğinde çalınan maya tutmasaydı yükselişimizde Nizam-ı âlem için üç kıtada kanatlanamazdık. 

Öyle anlaşılıyor ki, insanoğlu bir yandan tabiatı işleyip elde ettiği ham maddeyi üretime çevirip ekonomik bilinç kazanırken, diğer yandan kendi iç muhasebesini yapıp nefsiyle mücadele ettiğinde manevi bilince erişebiliyor. Dahası insan bir yandan Seyyid Ahmed Arvasi’nin ifadelerinde yerini bulan tabiatı işler hale getirip “Antrososyal çevre-” gerçeğiyle yüzleşirken, bir yandan da kendini terbiye etmek veya işlemekle de “Manevi antrososyal çevre-manevi sosyal antropolojik iklimoluşturabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla her iki durumda da insan sosyalleşebiliyor. Aksi takdirde sosyal işlevsizlik veya anti sosyalleşme bir takım sancıları beraberinde taşıyacaktır. Sadece taşınmış olsa belki bu denli gam yemeyiz, işin içinde sosyal çözülme riski de söz konusudur. Derken her meselede bireysel bakışlar esas alınıp kimimiz nikâhsız hayatı ‘fuhuş veya zina’ olarak bakarken, kimimiz de meseleye ‘cinsel özgürlük’ açısından bakacaktır. Elbette ki her kafadan gelen bir ses ortamında hem “Antrososyal çevre” hem de “Manevi antrososyal çevre” büyük bir dejenerasyona uğrayacaktır. İşte bu nedenledir ki sosyologlar sosyal hayatta ortak olan her şeyin allak bullak bir halde dejenerasyona uğramasına “anomia”, yani çözülme ya da sapma olarak tanımlamışlardır. 

Her ne kadar teknolojik gelişmeler insana bir takım kolaylıklar sağlasa da ortada maneviyat olmayınca neye yarar ki. Oysa maneviyattan yoksunluk makineye esareti doğuruyor. Zaten dünyaya hükmeden insan değil, hükmeden makineyse vay halimize. Bir kere insan tabiata kul olmak için yaratılmamış ki. Hiç kuşkusuz Allah’a kul olmak için yaratılmış, o halde kendimizi eşyanın esaretine terk etmemeli. Bu da yetmez modern dünyanın cilasına aldanıp ruhumuzu kaybetmemek gerekir.

Mademki sosyal yapılar her an değişebiliyor, madem sosyal fonksiyonlar süreklilik arz ediyor, madem cemiyetleşmek gerçeği söz konusu, o halde tez elden sosyal hayatımızı planlayacak sosyal meteoroloji merkezlerini aktif hale getirerekten yeniden dirilişe geçmek gerekir. Tabii temennimizi dile getirmek iyi hoşta ama gel gör ki, sosyal hayatımızın nizama kavuşmasında bu temennilerimize kulak kabartıp da gereğini yapıp bir karınca bir arı kadar bile çaba gösterilmiyor maalesef. Bakınız bu söz konusu canlılar kendi toplumsal hayatını nasıl bir nizam içerisinde yürütüyorlar. Öyle ki bu canlıların sosyal paylaşım ve hiyerarşik bir düzen içerisinde işçisi, askeri, esiri ve kraliçesi bile var. Düşünsenize işçi karıncalar kar kış demeden diğer karınca arkadaşlarını beslemek için çevreyi kolaçan edip cansiparane topladığı taamları toprak altında inşa edilen değirmene taşımaktalar. Derken toplanan daneler güçlü çeneleriyle öğütülüp adeta un haline getirilmekle koloninin ihtiyacını karşılanmış olur. İşte sosyal yardımlaşma ve birliktelik budur. 

Besbelli ki sosyal olaylar tek yönlü olmayıp, determinist, dinamik ve süreklilik gibi bir dizi özellikleri bağrında taşıyor. Madem öyle ideal bir sosyal hayat için sağlıklı kentleşme, sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir sosyal çevre oluşturmak şart, hatta şartın ötesinde ibadette. Zira “Halka hizmet Hakka hizmettir” sözü bunun için vardır. Zaten yüreğinde zerre miskal hizmet aşkı taşıyanlar kültürün ham maddesi köylerle, ilerlemenin ve gelişmenin ham maddesi olan şehirlerin kucaklaşması için ne gerekiyorsa onu yapması lazım gelir.

Velhasıl-ı kelam; sosyal hayat, çokluktan vahdete geçişle anlam kazanır. Bu yüzden çokluk içinde birlik, temel şiarımızdır. Dalımız bir, gülümüz bir, hedefimiz bir. O halde bizi hedefimizden alıkoyacak tüm engelleri ortadan kaldırıp kesretten vahdete kanatlanmalı. Zira bu iş sevdasız olmaz. Bu böyle biline.

Vesselam.