Selim Gürbüzer


SİYASİ KİRLİLİK HAKİKATLARI ÖRTÜYOR

Bilindiği üzere Peygamberimiz (s.a.v) hizmetkârlığı şiar edinmiş idareciler hakkında “Adil bir sultanın bir günlük adaleti, altmış senelik devamlı kılınan ibadetten üstündür” hadis-i şerifiyle müjdeliyor.


Bilindiği üzere Peygamberimiz (s.a.v) hizmetkârlığı şiar edinmiş idareciler hakkında “Adil bir sultanın bir günlük adaleti, altmış senelik devamlı kılınan ibadetten üstündür” hadis-i şerifiyle müjdeliyor.

Siyasi kirliliğe bulaşmamış bir iktidar, toplum menfaati neyi gerektiriyorsa onu bir ibadet bilinci içerisinde yerine getirmeyi vazife bilir. Böyle bir iktidar idare ettiği devletini ne komünizmde olduğu gibi zulüm vasıtası, ne kapitalizmde olduğu gibi sırf asayişi sağlayan güvenlik mekanizması, ne de faşizmde olduğu gibi herkesin itaat etmesi gereken put olarak görür. Kelimenin tam anlamıyla böyle bir iktidar erkinin devlet anlayışında, vatandaşla devletin barışık olduğu, bireyi devletin merkezi olarak addeden ve bireyin özgürlüğü önündeki tüm engelleri kaldıran bir hadim devlet yapılanması vardır. Öyle ki bu anlayıştaki hadim devlet yapılanması sivil inisiyatif üstlenmiş iktidarın ana ruhunu oluşturur. Zaten muktedir iktidara giden yol halk için hizmetkârlığı şiar edinip hadim devlet anlayışını tesis etmekten geçmekte.

Tarihi süreç içerisinde iktidar anlayışına baktığımızda 18. asra kadar idarecilerin hemen hepsi devlette fani olmuş insanlardı. Sonrası malum, içi boş kuru gürültü kavramlarla milletin kefenini soymaya memur idareci tip insanlar türedi. Yine de aralarında az da olsa liyakatli bürokrat ve bilge şahsiyetlerde vardı elbet.

Cevdet Paşa, kendi devrinde devlet yapısını:

- Saltanat,

- Milletin ileri gelenleri,

- Halk (reaya) olmak üzere üç kategoride değerlendirir.

Paşa, bu üç unsurun ahenk içinde olduğu zaman cemiyet içerisinde huzurun sağlanabileceğini belirtir. İşte bu müthiş tespitten hareketle bizim açımızdan muktedir iktidarın nasıl olması gerektiğine dair ziyadesiyle ışık tutmaya yeter artar da. Öyle anlaşılıyor ki muktedir iktidar olabilmenin yolu gerek idare edenler, gerek akil insanlar, gerekse halkın uyum içerisinde aynı ortak hedefte bir olmasıyla, iri olmasıyla, diri olmasıyla gerçekleşebilmekte. Üçlü sacayağın bir anda yokluğunu düşünün ortada ne hadim devlet kalır ne de muktedir iktidar. Şöyle tarihe bir baktığımızda, Osmanlı Padişahları idare ettiği tebaasını Allah’ın emaneti manasına “Vediatullah” olarak telakki etmişlerdir. İşte kendilerini tebaasının hizmetkârı olarak telakki eden padişahlarımız dünya saltanatının geçici hevesine kapılmaksızın Cuma namazına camiye gidişlerinde ki selamlamada muvazzaf bir tabur askerin merasimi eşliğinde “Mağrur olma Padişahım senden büyük Allah vardır” temposunu tutturmakla kendilerini tebaasının hakimi değil hadimi olarak görmelerini hatırlatılması içindir.. Dahası insan beşer, kuldur şaşar misali, padişahta olsan kendilerine mağrur olmaksızın hadim olmalarının gerektiğinin hatırlatılması için düzenlenen bir merasimdir. Besbelli ki padişahlara layık görülen “Zillullah-ı fi'l-arzeyn” nişanı, (hâşâ) Allah’ın maddi gölgesi anlamında olmayıp, yeryüzünde Allah'ın adaletini tesis etmek anlamında hadimiyet nişanıdır bu. Zaten hadimiyet bilincinde lider olabilmek için halka hizmet yolunda Allah’ın rızasını kazanmak amacı gütmeli ki halkın gönlünde taht kurulabilsin. Hiç kuşkusuz Adil bir lider Hakk’ın rızasına mazhar olmanın yanı sıra halkın da gönlünde taht kurabilen demektir.

Âlim ve yönetici diyalogu

Aslında idari mekanizma bilge insanlar, sivil toplum örgütleri ve ehil kadroların varlığıyla anlam kazanır. Bilhassa bilge insanlar reyleriyle idarecilere ışık olup müsteşar vazifesi görürler de. Ancak şu da bir gerçek ilim adamları olaylara hep şüpheci gözle bakarlar. İşte onların olaylara kılı kırk yaran detaycı yönleriyle yaklaşması pratik karar almayı geciktirebiliyor. Nitekim bilge insanlar meselelerin en ince ayrıntılarına kadar indiklerinden meşguliyetleri artmaktadır. İşte bu nedenledir ki Cevdet Paşa; “Sünuf-u beşer içinde emr-i siyasetten en uzak insanlar âlimlerdir” tespitinde bulunmuştur. Hakeza yabancı bir fikir adamı Pareto da buna benzer bir tespitte bulunup; “İlim başka, siyaset başkadır” demiştir. Bu demek oluyor ki; idari mekanizmanın idaresi çok hassas karmaşık bir alan olması hasebiyle pratik olmayı gerektirir. Politik alan da keza öyledir. O halde siz siz olun siyasi olayları kıyaslama metoduyla genel fikirlere uygulamaya kalkışmayın. Aksi halde habire ayrıntılarda boğulur durursunuz. Bir kere akil bilge şahsiyetler, tahsil ettikleri ilmi beyinlerine hıfz ettikleri içindir isteseniz de onları pratikleştiremezsiniz. Öyle ya madem ilim başka siyaset başka, o halde yapılacak iş bellidir, bu noktada idarecilerin ulemanın hafızasında kodlu olan bilgi hazinesinden ne koparabilirse bir o kadar da ülke menfaatine en pratik kazanım elde etmiş olacaktır. Dolayısıyla idarecinin ulema (bilge insan) gibi engin bilgi hazinesine sahip olması gerekmez, sadece bu donanıma haiz ve alanında uzman bilge insanlardan istifade etmesi lazım gelir. Anlaşılan o ki teorik ayrıntılara dalmak ulemanın işi, pratik uygulamalara dalmak ise idarecinin işidir. Kaldı ki idarecilerin bilge insanların bilgisine ve reyine başvurup istifade etmesi gerekiyor ki; teorik bilgiler pratiğe geçebilsin. Nasıl ki teori ile pratiklik arasında bir ilişki varsa aynen öyle de bilge şahsiyetler ve yöneticiler arasında da buna benzer ilişki ağı vardır. Her ikisi de iç ve dış gibidirler. Deyim yerindeyse ulema derya-i umman iç hazine olurken yöneticilerde iç hazinenin pratiğe dökülüşü dış kalıbı olur. Zaten et tırnaktan ayrılmaz misali iç ve dış bir bütün halde olmalı ki âlem nizam bulabilsin.

Siyasi Kirlilik

Malumunuz siyasi kirlilik yüzünden hakikati göremez olduk. Hele hele günümüz dünyasında politikanın adı neredeyse siyasi kirlilikle birlikte anılır oldu. Sanki ikiz kardeş gibilerdir. Belki de insanlığın kurtuluşu bu kirlenmişlikten kurtulmakla olacaktır. Weber bu yüzden “Politikaya girmek şeytanla anlaşma imzalamaktır” diyor. Bediüzzaman Said-i Nursi de yaşadığı dönemde şahit olduğu birtakım kirli politika oyunlarından kendisine gına gelmiş olsa gerek ki siyaseti, iki ucu kirli bir sopa gibi görüp Eûzü billahi-mine'ş - ve's siyaseti”, yani “Şeytandan ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım” demekten kendini alamamıştır.

Gerçekten de bugünkü siyasi kirlenmişlik yüzünden nice haksızlar haklı, nice haklılar da haksız duruma düşebiliyor. Siyasetçiler âlimlerin eşiğini aşındırmaktan geri dururlarsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Böyleleri için varsa yoksa kendi kişisel egolarını tatmin etmek ön plandadır. Bakınız Peygamber (s.a.v.) “Devlet reislerinin en iyisi âlimlerin yanına giden, âlimlerin en kötüsü devlet reislerinin yanına gidendir” diye mealen beyan buyurmakla bu bi gerçeğe işaret eyler. Nitekim bu hadis-i şerifin mana ruhundan yoksun devlet yöneticileri siyasete kirlilik katıp bayağılaştırırken, sözde âlim müsveddeleri de eşiklerine gitmekle ilmi ayağa düşürmüşlerdir. Oysa iktidara talip devlet adamı sık sık bilge insanların ziyaretinde bulunup onların istişaresine başvurmakla siyaset ak ve pak olabiliyor. Gerçek âlim de ilmin yüceliğini bilip yöneticilerin kapısına gitmeye heves etmemekle ilim yüceliğini korumuş oluyor. Hele ilim ayağa düşmeye bir görsün, hiç kuşkusuz sanatkârların sansar, dâhilerin şebek olduğu ortamlardan geçilmeyecektir. Şu bir gerçek şöhret afettir. İlmin şöhretlenmeye asla ihtiyacı yoktur zaten. Hem kaldı ki ilim tahsil eden bir insan siyasetçinin yanında vitrin süsü olsun diye ilim tahsil etmez, bilakis ışık kandili olmak için kendini ilme adar. Unutmayalım ki, ilim adamının kaleminden damlayan mürekkep şehit kanlarından üstündür. Dikkat edin, Fatih Sultan Mehmed bu bilinç doğrultusunda sık sık Akşemseddin’in ayağına gidip eşiğini aşındırmayı ihmal etmemiş bir padişahımızdır. Hakeza Akşemseddin de bu bilinçten hareketle Fatih’in ayağına gitmeyip ilmiyle amel etmiş bir Başbuğ velimizdir. Belli ki Fatih eşikte 'fatih' olmuş, Akşemseddin de dergâhında 'ak şeyh' olmuştur. Derken Fatih Sultan Mehmed hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun davranıp övülen kumandan olarak adından söz ettirmiştir.

Siyasette Makyavelizm

Malumunuz, ünlü fizik bilgini Ampere 1834 yılında sibernetik kavramını yönetim ve idare etme anlamında kullanmıştır. Hakeza hükümet kavramı Fransızca Gouvernement’in karşılığı olup idare etmenin karşılığı ise gouverner’dir. Her neyse, bu ve buna benzer kavramlar bir şekilde yönetim biliminin doğmasını beraberinde getirmiştir. İyi ki de böyle bir anlayış doğmuş, aksi halde politikanın idare etme sanatı olduğunu belki de hiç fark edilemeyecekti. Tabii sadece fark etmek yetmez, burada önemli olan sanatın kendi mecrasında akan su misali yatağında doğru akıp akmadığıdır. Şayet siyasi manada idare etme sanatı doğru icra edilirse bak o zaman siyasi kirlilikten hiç söz eder miyiz? Maalesef gel gör ki gelinen noktada siyaset düşünceleri, devletleri, hemen her şeyi A'dan Z'ye esir almaya yönelik siyasi kirliliğe dönüşmüş sanat gibi gözüküyor. Baksanıza politikacılık adeta puta tapıcılık gibi bir rol üstlenip beraberinde politika bezirgânlarının hızla türemesine kapı aralamıştır. Besbelli ki batı toplumu inancını yitirince yerine siyasi kirlilikle özdeşlik diyebileceğimiz politikacılığı ikame etmiş ve bu uğurda putlaştırdığı politikacılığı baş tacı yapmıştır. Malumunuz politika bezirgânlarının piri Niccolo Machiavelli’den başkası değildir. Bakınız Machiavelli bir politikacının nasıl olması gerektiği hususunda Hükümdar adlı eserinde ne diyor; “Dürüstlük özel hayatta olur, politikanın tek kuralı iktidarın menfaatidir. Politika ahlak dışıdır. Çünkü namussuzlar arasında yüzde yüz namuslu kalmak isteyen er geç mahvolur. İyi kalplilik felakete götürür insanı. Zulüm, yufka yüreklilikten daha az zalimdir. İç savaşları önlemek için üç beş kelle koparmak zulüm değil, vazife. Halk yalnız neticeleri görür vasıtalar ne olursa olsun, hoş görülür ve alkışlanır.”

İşte kitapta geçen bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere günümüzde siyaset demek aynı zamanda “Makyavelizm” siyaseti demektir. Oysaki dürüst bir politikacı, asla siyasette Makyavelizm’i ölçü almaması gerekir. Zira dürüstlük ölçüsü hak, hukuk, adaletli olmayı gerektirir. Hakeza toplumun iç dinamikleriyle uyumlu ve kitlelerin demokratik yollardan hak ve hürriyet elde etmelerine yönelik uğraş vermeyi gerektirir. İslam tarihine şöyle bir göz attığımızda yöneticilerin sıradan vatandaşlarla birlikte hâkim önüne çıkıp eşit muameleye tabii tutulup yargılandığını görürüz. Osmanlı’yı devletlû baba kılanda adaletle hükmetmesiydi. Tarihin bütününe baktığımızda eğitimde fırsat eşitliği adalet, hak ve hürriyetlerde eşitlik, kanun ve nizamlarda eşitlik esas olup bu ilkelerden taviz verilmediği görülür. Nitekim devlet erkânının bakışı da bu yöndeydi. Yani, yediden yetmişe hemen herkese imkân ve fırsat eşitliği tanınıp hizmet yarışından çıkan neticeye saygı duyulurdu. Kaldı ki bu ölçü günümüz kriterlere uygun ilkeler olup bir kere her şeyden önce sosyal adaletin gereği ilkelerdir. Kaldı ki devlet, ferdi ve kolektif başarılara saygı duyup sıcak bakmayacak da peki ya kim sıcak bakacak. Elbette ki toplumun her kesiminden gelen taleplere ve kamu yararına olan başarı faaliyetlerine sıcak bakmalı ki, girişimci ruh ortaya çıkabilsin. Hatta sırf iş olsun babından bakmak da yetmez destekleyip ödüllendirmekte gerekir. Çünkü başarılı olanla başarılı olmayanı ayırt etmek hakem devletin hizmetkârlık görevidir. Şayet hakem devlet tebaasına olan vazifesini ihmal edip buyurgan bir yapıya bürünürse ortada ne fırsat eşitliği kalır ne de adalet. Ortada sadece torpil müessesesi kalır. İşte bir zamanlar ülkemizin gündemini meşgul eden KİT’lerde (kamu iktisadi teşekküllerinde) arpalıkların türemesi bunu teyit ediyor zaten. Bu arada şu da var ki realiteyle, fırsat eşitliğini birbirine karıştırmamak gerekir. Zira realite eşitlik kabul etmez. Ancak bu demek değildir ki, nimet ve külfet dengesi içerisinde fırsat eşitliği sağlanmasın.

Muktedir iktidar misyonunu şiar edinmiş bir siyasetçi; politikada çirkefliğe son vermek için zihninde düşündüğü ve uygulamasını istediği şekli değişiklik modeli şu unsurlardan oluşur:

-Başkanlık sistemi,

-Dar bölge nisbi seçim sistemi,

-Barajı geçenlere ilk turda seçilme hakkı, geçemeyenlere ikinci turda seçilme imkânı verecek gerekli yasaların çıkarılması,

-Sivil toplum örgütlerinin söz sahibi olabileceği ve sivil katılımcılığın ağırlıklı olduğu bir meclis oluşumunu desteklemek vs.

Besbelli ki cumhuriyet, demokrasi gibi ana unsurlar ancak sivil güçlerin etkili olduğu ortamlarda yeşermekte. Ki, sivil güçlerin birbirlerinin kuyusunu kazması durumu totaliter güçlerin işine yarayıp her an ihtilal girişimine davetiye çıkarabiliyor. Ne de olsa ortada doğru dürüst dengeleyici bir sivil teşkilatlanma yok, elbette ki bu durumda her on yılda bir demokrasinin kesintiye uğramasına şaşmamak gerekir, bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. O halde muktedir iktidar modelinin kapsamını daha da geniş tutmak gerekir. Mesela bu kapsam alanında bilhassa başkanlık sistemi önemli bir yer tutmaktadır. Hatta denilebilir ki, İslam medeniyeti başkanlık müessesesi sayesinde neşvünema bulmuştur. Ancak, başkanın (Ulu'l Emr) sırat-ı müstakim üzerine hareket etmesi şart koşulmuştur. Bilindiği üzere İslam’ın ilk yıllarında halife seçimi ashabın reyi ile gerçekleşmiştir. Hilafetin babadan oğula geçişi Muaviye dönemiyle birlikte start almıştır. Zaten Resûlullah (s.a.v)’in bu hususta “Hilafet benden sonra 30 yıldır, gerisi saltanattır” diye beyan buyurması bu gerçeğe işarettir. Sonuçta ister hilafet yoluyla isterse saltanat yoluyla iktidara gelinsin İslam’da devlet başkanı hakka, hakikate ve adalete teslim olmakla mükelleftir. Madem öyle, ülkemizin ‘Yeni Yüzyıl’a girdiği bu dönemde kodlarını başkanlık sistemine göre yapılandırması gerekir. Düşünsenize milletin seçeceği Başkan, aynı zamanda devletinde başı olup böylece “Çok”ların “Bir”in etrafında cem olduğu (Sünnetullah) bir büyük birliktelik kendiliğinden vuku bulmuş olacaktır. Kelimenin tam anlamıyla kesretten vahdete geçiş yaparaktan çokluk içinde birliktelik gerçekleşmiş olacaktır.

Yeni yüzyıla Başkanlık sistemine geçişle birlikte değişmesi gereken sadece çift başlı parlamenter sistemi değildi elbet, bunun yanı sıra seçim sistemi de değişmeliydi. Öyle ya, hem nasıl ki bir kilime on derviş sığıp iki padişah sığmazsa aynen öyle de barajların aşağı çekildiği bir sistemle de çoklu başlılıkla iktidar gerçekleşmeyeceği muhakkak, illa ki cumhur kilimine tek başkanın sığacağı bir seçim sistemi ile tek başlılık sağlanacaktır. Şu bir gerçek ülkemiz için en sağlıklı ve en ideal diyebileceğimiz seçim sistemi dar bölge nisbi seçim sistemidir. Koalisyon hükümetlerine mahkûm kalmamak için bunu yapmaya mecburuz. Zira birçok demokratik ülkelerde, barajı aşanlar ilk turda seçiliyor, barajı aşamayanlar ise ikinci tura kalabiliyor.

Asıl burada dikkat edilmesi gereken husus, ideolojik eğilimlere yönelik seçim modeli oluşturmamaktır. Bakınız komünizm tek tip sınıfçı bir yaklaşımla tek parti meclis sistemini öngörürken, Faşizm ’de çoklu sınıf içerisinde tek partili bir meclisi öngörmekte, muhafazakâr ve liberaller ise çok partili parlamenter meclisi öngörmekteler. Biz ise kendi açımızdan ne sırf tek parti oluşumuna dayalı meclis, ne sırf totaliter yapıda meclis, ne sırf idare edilenlerin aleyhine meclis, ne de sırf idare edenlerin lehine oluşmuş meclisten yanayız. Tam tamına bizler yerli ve milli tezin savunucuları olarak sivil katılımcı ve toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir modelden yanayızdır elbet. Şayet sivil katılım modelinden yana bir tavır sergilersek biliniz ki tabandan tavana, tavandan tabana sirkülasyonun devridaim eylediği bir modele evirilmiş muktedir iktidarın varlığı kesintiye uğramaksızın yoluna devam edecek demektir. Hatta demokrasinin şekli müesseseleri olan Anayasa Mahkemesi, Yargı müessesi, Yüksek Seçim Kurulu, siyasi partiler, meclis ve yürütmenin birbirleriyle uyum içerisinde faaliyet gösterecekleri muhakkak. Zaten millet, devlet erki ve sivil toplum kuruluşları bir arada ahenk içerisinde uyum içerisinde faaliyetlerde bulunmalı ki; sivil, resmi ve şekli kuruluşlar millet ve devlet dayanışmanın gereği toplum vicdanında kabul görebilsin.

Sivil Demokratik Katılımcı Model

Sanayileşmiş bilgi toplumu için en ideal belirleyeceğimiz hedef “sivil toplum-sivil katılımcı ve sosyal iktidar” modelini tesis edecek sistemi hayata geçirmek olmalıdır. Hele Türkiye’nin yeni yüzyıla girdiği şu süreçte hem sanayileşme yönünde hızlı adımların atılması hem bilgi çağına entegre olma yönünde olağan üstü gösterilen çabalar hedeflediğimiz bu modeli bir an evvel hayata geçirmeyi zorunlu kılmakta zaten. Dolayısıyla Yeni Türkiye Yüzyılına girdiğimiz şu süreçte de iktidara gelmeyi hedefleyen siyasi partiler sivil toplum örgütlerinden gelen talepleri öncelikli olarak dikkate almaları lazım gelir. Aksi halde değil iktidara gelmek siyasi güç kaybına uğrayacaklardır. Dolayısıyla siyasi güç kaybına uğramamak için asırlar öncesinde günümüze ışık tutan İbn-i Haldun’un Mukaddemesinde geçen tespitleri siyasilerin nazari itibara almaları gerekir. Nitekim İbn-i Haldun mukaddemesinde geçen; “Kabile ve hanedan asabiyetine dayanan devletin iç kargaşalara sürüklenebileceğini, zamanla çökeceğini” dile getirmekle günümüzde sivil demokratik katılımcı model oluşturma çabalarına ışık tutmuş oluyor. Öyle ya, İbn-i Haldun’un dediği gibi tarihi süreç içerisinde bir dönem nasıl ki yerleşik düzen içerisinde kabile yapıları çökmüşse, aynen günümüz sanayileşmiş bilgi toplumlarında da totaliter yapılar er geç yıkılıp yerini “sivil demokratik katılımcı modele” bırakması kaçınılmazdır. Kaldı ki totaliter ve baskıcı otoriter uygulamalar bir noktadan sonra ülke halklarının uyanışına vesile olabiliyor. Hani her çilenin ardından ferahlık doğar denilir ya hep, aynen öyle de ülke halkları uyandıkça sivil toplumun ayak sesleri daha da baskın hale gelebiliyor. Bilindiği üzere Rus lideri Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikalara yönelmesi aslında sanayileşen Sovyetlerin sosyal tabakadaki hareketliliğin daha da hız kazanmamasına yönelik göstermelik yumuşama girişimidir. Yani bu demektir ki tabandan gelen hareketlilik Gorbaçov’un atacağı adımlarda yumuşak politikalara yönelmeye mecbur kılmıştır.

Öyle anlaşılıyor ki, totaliter sistemler baskılarını bir yere kadar devam ettirebiliyorlar. Hele ülke içinde sivil inisiyatif unsurlar bir kıpırdamaya görsün bir anda yönetime doğrudan katılma eğilimleri baş gösterebiliyor. Derken baskıcı otoriter sistemin yılmaz savunucuları ister istemez toplumun kıpırdamaları karşısında yumuşayıp sistemini revize etmek zorunda kalabiliyor. Gönül isterdi ki sistem değişikliğine giderken buna mecbur kaldıkları için değil de toplumun menfaati bunu gerektirdiği için sistem değişikliğini yapmaları daha gerçekçi uygulama olurdu.

Hâsılı kelam, sivil toplum-sivil katılımcı ve sosyal iktidar donanımla donanmış ve halkla birlikte siyasetini yürütmek isteyen politikacılar, her halükarda sosyal değişmelerin bilincinden hareketle, kitlelerle beraber yönetim modelini oluşturmak mecburiyetindedir. Hele ki siyasi arenada at koşturan bir politikacının ‘Yeni Türkiye Yüzyılı” diye derdi varsa ancak o zaman aşkla şevkle halkla birlikte ülkesini çağlar üzerinde sıçratacak bir yönetim modelini ortaya koyma imkânına kavuşmuş olacaktır. Aksi halde bunun dışında her şey lafügüzaf olur.

Vesselam.