Selim Gürbüzer


SİVİL TOPLUM İÇİN ÜRETİM SEFERBERLİĞİ

Her nedense bizim ülkemizde çalışmakla üretim faaliyeti ters orantılı bir mecrada seyretmekte. Bu durum nasıl oluyor derseniz, bunu malum aramızda az çalışıp çok zengin olanlardan, çok çalışıp az kazananlardan anlayabiliyoruz pekâlâ.


Her nedense bizim ülkemizde çalışmakla üretim faaliyeti ters orantılı bir mecrada seyretmekte. Bu durum nasıl oluyor derseniz, bunu malum aramızda az çalışıp çok zengin olanlardan, çok çalışıp az kazananlardan anlayabiliyoruz pekâlâ. Düşünsenize üreten insan alın terinin karşılığını alamazken, üretmeyen insansa üç dönüm bostan, yan gel yat Osman misali kayıt dışı yollardan bedavadan para kazanıp köşeyi dönebiliyor. Gerçekten böyle durumlarda vicdan sahibi her bir fert, bu ne yaman çelişkidir demekten kendini alamaz da. İşte ortaya çıkan bu yaman çelişki diyebileceğimiz tabloya baktığımızda, gerçekten de sosyal kesimler arasında ki uçurumu gayet net bir şekilde görebiliyoruz. Maalesef gelir dağılımında adaletsizliğin kol gezdiği böylesi ortamlar hep çelişkiler yumağına dönüşmüş bir şekilde sancılı geçmekte. Öyle ki çelişkiler yumağı bir şekilde diz boyu topluma sosyal adaletsizlik ve sermaye düşmanlığı olarak yansıyıp böylece üretimi de sekteye uğratabiliyor. Dolayısıyla bu noktada sağlıklı bir ekonomik sürecin işleyişi için hak, hukuk, sosyal adalet, moral ve motivasyon ortamının oluşturulması gerekir ki üretim mekanizmasının sekteye uğramasına meydan verilmemiş olsun.

Elbette ki yaşanılan bir takım sıkıntıların temelinde ülke yararına üretemeyen bürokratik hantal devlet yapılanması, iş bilmezlik siyasi kirlilik ve “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” bencilliğinin ortaya koyduğu hantal çarpık anlayış yatmaktadır. Bilhassa din, ahlak, hukuk ve estetiğin dışlandığı süreçlerde bu tip iş bilmezlik hantal oluşumların ortaya çıkmasına şaşmamak gerekir. Dahası hantal yapılanma ve oluşumlardan ülkenin geleceğine dayalı faydalı üretim faaliyetleri beklemek hayal olur zaten.

Bugün geldiğimiz noktada iş dünyasının ruhunu kâr etme duygusu kaplamış durumda. Şayet kâr etme duygusu helal daire içerisinde dürüstçe işliyorsa böyle dürüst anlayışa elbette ki herhangi bir itirazımız olamaz. Yok, eğer bu duygu seli haram daire içerisinde kayıt dışı ekonomik kâr etme hırsı şeklinde ya da bir sömürü faaliyeti olarak işliyorsa böyle yanlış anlayıştaki üretim faaliyetlerine elbette ki itiraz ederiz. Maalesef topluma pompalanan tüketim çılgınlığı şeklinde işleyen algı operasyonlarıyla dürüstlük dışlanırlarken, bunun tam aksine kayıt dışı haramzade tutumlar ise baş tacı ediliyor. İşte bu tür tüketim çılgınlığı çerçevesinde yalan ve dolanın biri bin ettiği ortamlarda rantiye odaklarına gün doğarken, fakir fukaraya da hayat zinan olmakta. Öyle ya, alın teri dökmeden kayıt dışı yollardan havadan para kazanmak varken, fakir fukara perişan durumdaymış kimin umurunda olur ki.

Bikere her şeyden önce fakirlik bu ülkenin kaderi olmamalıydı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) bu hususta “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” diye beyan buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Madem öyle, Müslüman ülke olarak bizlerde ticari hacmimizi artırmaya yönelik çalışmalara hız vermemiz icap eder. Şayet ülkemizin kalkınması adına üretim seferberliğine koyulacaksak, hemen hiç vakit kaybetmeden tez el den kendi dar kabımızdan çıkıp ekonomiye fazla müdahil olmadan üretim faaliyetlerimizi küresel boyuta da taşımalı. Ekonomiye müdahil olmak yerine kendi yatağında akışına bırakmakta fayda vardır. Müdahil olunduğunda bir bakıyorsun ideolojik tercihler ekonomik faaliyetlerin önüne geçip ekonomiye olumsuz olarak yansıyabiliyor. Oysaki ekonomik faaliyetlerde ekonominin kırmızısına ya da yeşiline bakılmaz, bilakis işin ticaretine bakılır. Yürütülecek olan ekonomik faaliyetlerde bir an kendi ideolojik tercihlerimizi iç piyasada ve dış piyasada kontak kuracağımız ekonomik ilişkilere bulaştırıldığını düşünün, orta da ne sermaye kalır, ne de üretim faaliyeti. Kaldı ki üretim seferberliği demek bir anlamda toplumun tüm renklerini kapsayan bir üretim faaliyeti demektir. Dolayısıyla üretim ilişkilerinde kontak kuracağımız kuruluşlarla ideolojik tercihlerimizi bir kenara bırakıp farklı ekonomik kurmay kadrolarla birlikte hareket etmek en akılcı yol olacaktır. Zira farklı fikirlerden ortak akıl yolu bulunup böylece birlikten dirlik, dirlikten birlik doğar. Bakın atalarımız ‘Bir elin nesi var, iki elin sesi var’ derken bu gerçeğe işaret etmişlerdir. Madem öyle, iş adamlarımız üretim seferberliği çerçevesinde üreticiler bir araya gelerek şirketler oluşturmalı. Yeter ki toplum içindeki dinamikler göz ardı edilmesin, yeter ki toplum birbirine düşürülmesin, yeter ki hizmet yarışı çerçevesinde ekonomik faaliyetler yürütülmüş olsun, bak o zaman ülke ekonomisi nasıl ivme kazanıyormuş hep birlikte görmüş oluruz. Elbette ki üretici kuruluşlar ve firmalar arasında rekabet var olacak, bu kaçınılmazdır. Ama birbirinin kuyusunu kazacak rekabet asla kabul edilemez. Hem rakiplerini boğmaya yönelik faiz politikaları, kara borsa gibi daha nice kirli işleri devreye sokaraktan yapılan rekabet hangi vicdan kabul eder ki. Elbette ki tüm bu kirli unsurlar yarınlarımızı karartacak hususlardır.

Farklılıklarımızı kaşımadan ortak paydalarda buluşmak ülkemizin lehine bir netice doğuracağı malum. Hatta müşterek noktalarda bir araya gelmek karşılıklı sosyoekonomik birlik ve dirliğin gerçekleşmesine yol açacaktır. Hatta kendi içimizde birlik sağlanırsa dışa karşı da iri ve diri olacağımız muhakkak. Zira dışa bağımlılıktan kurtulmanın çıkış yolu iri ve diri olmaktan geçer. Düşünsenize iri ve diri olarak dış dünyaya kanatlanmış bir Türkiye’nin halini, hiç kuşkusuz çağlar üzerinden sıçrayacak güce ulaşmamız an meselesidir diyebiliriz pekâlâ. Keza böylesi çağlar üstü kanatlanmış Türkiye’nin hem İslam ülkeleri, hem orta Asya, hem Kafkasya, hem Balkanlar, hem de Batıyla ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda iş birliği atağına geçtiğini düşünün, artık bizi kim yolumuzdan alıkoyabilir ki. Alıkoymakta ne söz, Nizam-ı âleme kanatlanacağımız gibi öteden beri kanayan yara olan Orta Doğu kaynayan kazan olmaktan çıkıp yeniden insanlık yeniden Osmanlının adaletiyle buluşmuş olur. Madem millet olarak tarihten gelen bir Nizam-ı âlem sevdamız var, madem çağlar üzerinden sıçrama hedefimiz var, o halde maddi ve manevi kalkınma hamlemizi topyekûn kılmak gerekir. Hem kaldı ki, tekelci anlayışlarla kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Dolayısıyla topyekûn kalkınma hamlesi gerçekleştiğinde sivil toplum unsurları bizim asla vazgeçemeyeceğimiz çok önemli sacayağımızdan biri olacaktır. Ancak bu söz konusu sacayağımızın topyekûn kalkınmada tatlı rekabet yarışı içerisinde üretim seferberliğine koyulması şarttır. Dikkat edin şart diyoruz, nedeni gayet açık; hizmet yarışında kim daha dışarıda Türkiye’nin yüzünü güldürür duygusu gelişsin diyedir elbet. Anlaşılan kendi kendimize gelin güvey olaraktan üretimde tekelleşmeyle mesafe kat edilemiyor, bilakis kim daha kaliteli mal üretir, kim daha ülkesine faydalı olur düşüncesi üretimde yol kat ettiriyor. Zaten ekonomide üretim odaklı düşünülemezse serbest piyasa ekonomisi hiç bir anlam ifade etmez. Bakınız Resulullah (s.a.v)'in pazara getirilen mallar üzerinde narh uygulamasını kaldırmış bile. Belli ki burada temel espri fiyatların serbest piyasa kuralları çerçevesinde işlemesini sağlamak içindir. Kaldı ki, arz talep dengesi böyle olmasını gerektirir zaten.

Bir zamanlar bu ülke de serbest piyasa ekonomisini kabul ettirmek hiçte kolay olmadı. Tâ ki, milletin teveccühü ile Turgut Özal iktidara geldi, işte o gün bugündür serbest piyasa ekonomisinden söz eder olduk. Öyle ki askerlerin gölgesinde 12 Eylül sonrası genel seçimlere girildiğinde siyah beyaz televizyonlarda Necdet Calp ve Turgut Özal’ın köprüyü satarım, satamazsın tartışmalarının alev almasıyla ancak bu gerçeği kabullenebildik. Belki de böyle bir tartışma olmasaydı serbest piyasa ekonomisine geçişimiz söz konusu olmayacaktı. Malumunuz Özal öncesi Türkiye anlayışında özelleştirmeye karşı olmak vardır. Böylece bu karşılıklı tartışmalar eşliğinde 'yap-işlet-devret' modelinin hayata geçmesine tahammülü olmayan statükocu sol zihniyetin deşifresi ortaya çıkarmış olur. Ama korkunun ecele faydası yok derler ya, aynen öyle de sonunda kazanan statükocu zihniyet değil, kazanan değişim oldu. Zaten aksi durum olsaydı bugün ne hızlı trenle yolculuk yapıyor olacaktık, ne duble oto yollardan, ne de Marmaray tüp geçidinden geçiyor olacaktık. Şimdi bu güzellikleri gördükten sonra şunu daha iyi anlıyoruz ki; hantal yapının devamından yana olanlar üretime hiçbir katkıda bulunmadıkları gibi, girişimciliğin önünü tıkamak için her türlü yolu deneyip aydınlık yarınlara doğru ilerlememize mani olmuşlardır.

Evet, Özal serbest piyasa ekonomi modeliyle adeta çığır açıp tarihe değişim öncüsü olarak geçmiş bir liderdir. Böylece toplum bu değişimi kabullenmesiyle birlikte üretime yönelmiştir.

Şu da bir gerçek Özal sonrası serbest piyasa ekonomi modelinin kesintiye uğramaması için öncelikle etrafımıza içe kapanık ekonomiden dışa açık ekonomiye geçişimizin öyküsü noktasında bilinçlendirmemiz gerekir. Hatta bu iş için önce eş dost ve çevremizden başlamalı ki, köyden şehre, şehirden tüm ülke sathına bu bilinçlendirme öykümüz dalga dalga yayılabilsin. Derken, bir bakmışsın ülke olarak kendimizi iç piyasalardan dış piyasalara açılmış bulup böylece medeniyet hamlemizi aşama aşama gerçekleşeceğini idrak etmiş oluruz. Aksi halde dünyaya uyum sağlamak kim, biz kim deyip habire hayıflanır dururuz. Ki, Gün artık vakit kaybedip hayıflanma günü değil, gün dünyanın gündemine Yeni Türkiye imajını yerleştirmek günüdür. Madem gün bugündür diyoruz, o halde gerek diplomasi alanında, gerek dünya piyasalarında iyi bir imaj oluşturmak için tez zamanda topyekûn maddi ve manevi kalkınmamızı gerçekleştirmemiz gerekir. Zaten ülkemiz topyekûn maddi ve manevi kalkınmasını gerçekleştirdiği gün, biliniz ki çağlar üzerinden sıçramak bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olacaktır. Öyle ya, bugün gelinen noktada Moskova, Washington, Bonn ve Tokyo gibi metropoller dünya borsaların nabzını tutabiliyorsa, biliniz ki bu büyük ölçüde ekonomik güç merkezi olmalarından dolayıdır. Bu yüzden Türkiye bu söz konusu küresel boyuttaki ekonomik güç merkezlerine kayıtsız kalmamalı, mutlaka buralara elimiz kolumuz uzanmalı. Ama neyle derseniz, tabii ki ekonomik hamlemizi dünya ölçeğinde ağırlığını hissettirmekle. Şu iyi bilinmeli ki dünyaya kapalı kalmak asla bağımsız kalmak değildir, tam aksine kendi kabında tutsak kalmak demektir. Kelimenin tam anlamıyla kendi kabından çıkıp dünyaya açılmak bağımsız ülke olmak demektir. Ki, bizim fetih kültürü anlayışımızın yansıması diyebileceğimiz ekonomik olarak da dünya ölçeğinde açılıp mührümüzü vurmak demektir. Kaldı ki dünyaya açılma noktasında Amerika bile sanıldığının aksine diğer ülkelerden bağımsız tek başına bir güç değildir. Nasıl olsun ki, bir kere Japonların küresel anlamda ekonomik etki gücü söz konusudur.

Güçlü olmak başka, ekonomi bağımsızlığı başka bir şeydir. Doğrusu her ikisini aynı kategoride görmek sapla samanı birbirine karıştırmak gibi bir gözlemleme olur. Kaldı ki dünyada hiçbir ülke ekonomik bakımdan tamda bağımsız değildir. Düşünsenize ben güçlüyüm diyen ülkelerin bile dış borcu var. Dünya gerçeklerinden ayrı hareket etmek dünyayı tanımamak demektir. Zaten isteseniz de dünyadan ayrı hareket edemezsiniz. Şayet gerçek milliyetçilikten söz edeceksek bikere her şeyden önce ülkemizi dünya piyasalarında adından söz ettirecek seviyeye getirmek gerekir. İşte asıl o zaman milliyetçilik anlam kazanmış olur. Bunun dışında lafla milliyetçilik olmaz, tıpkı Savunma sanayinde insansız hava aracı denen İHA, SİHA üretme hamleleri ve uzaya astronot yolculuğu gibi daha nice teknolojik hamlelerimizi gerçekleştirmekle gerçek manada milliyetçi olunur elbet. Hakeza milliyetçilik denilince akla kamu mallarını özelleştirmemek, yabancılara peşkeş çekmek geliyorsa bu da çok büyük bir yanılgı ulusalcılık oyunu milliyetçiliktir. Bilakis gerçek manada milliyetçilik devletin ekonomideki yükünü hafifletmek, yabancı sermayeyi kendi coğrafyamıza çekmek ve bireyi hem madden hem manen güçlendirecek mekanizmaları harekete geçirmekten geçmektedir. Bakınız Şeyh Edebali 'İnsanı yaşat ki devlet yaşasın' diyor. Dikkat edin devleti yaşat demiyor, insanı yaşat diyor. Kelimenin tam anlamıyla bu güzel veciz sözlerden de anlaşıldığı üzere bizim kültürümüzde insan dairenin dışında değil merkezindedir, o halde eşrefi mahlûkat insan için üretim şart diyoruz. Hatta bu insan ister doğuda, ister batıda, ister kuzeyde, ister güneyde olsun hiç fark etmez, topyekûn maddi ve manevi kalkınma seferberliğini her insanımıza eşit bir şekilde pay edilip tüm vatan sathını sarmalı. Ama gel gör ki doğu insanı bu konuda hep ihmal edilmiştir. Bilhassa geçmişte birçok siyasi lider seçim meydanlarında halka “Doğunun makûs talihini değiştireceğiz” sözünü vermişler, maalesef verilmiş sözlerin birçoğu rafa kaldırılmıştır. Anlaşılan seçimden seçime içi boş vaatlerle bir yere varılamıyor. Zaten işe yarasaydı atalarımız “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” der miydi?

Evet, lafla peynir gemisi yürüseydi yıllar boyu yatırımların büyük kısmı batıya kaydırılıp doğu kalkınması bundan mahrum edilmezdi. En azından Çoruh Anadolu Projesi (ÇAP) hayata geçirilip enerjide, tarımda, balıkçılıkta üretim alanı açılabilirdi. Yetmedi bu projenin kapsam alanı genişletilip Büyük Doğu Anadolu projesine (DAP) dönüştürülebilirdi. Hatta Konya dâhil tüm iç Anadolu; Büyük Anadolu Projesi (BAP) kapsamında ihya edilebilirdi. Şayet bunlar pratiğe geçseydi DAP ve BAP, Çukurova ve GAP’tan sonra Türkiye’nin yüzünü güldürecek en büyük dev projeler olacaktı. Yine de geçmişte ne oldubitti şimdilik bunları bir kenara koyup tez elden bu tip devasa projelerin hayatiyet kazanmasına yönelik kafa yorup Doğu ve Anadolu’yu bir an evvel ayağa kaldırmak en doğrusu. İcabında Doğu ve Anadolu insanına üretim nasıl yapılır, pazarlara açılma ve rekabet nasıl olur noktasında daha şimdiden hizmet içi eğitim ve fizibilite çalışmalarına girişmek gerekir. İcabında bu da yetmez, iş adamlarının doğuya yatırım yapmaları hususunda nasıl ikna edilir, başka neler yapılabilir bunları da masaya yatırmakta fayda var. Bir kere iş adamlarının her şeye kâr mantığıyla bakma alışkanlığının önüne geçmek gerekir. Zaten fahiş kâr elde etme hırsı maraz bir durum, bizim insanımıza asla açgözlülük yakışmaz. Elbette ki iş adamları makul ölçülerde kâr marjını artırmalı, ama ülke sorumluluğunun gereği doğup büyüdüğü memleketlerini ihya etmek için taşın altına elini koymaları daha etik bir durum olur. Ki, Doğu insanı yıllardır kendi bağrından çıkıp batıda patron olan iş adamlarının yatırım yapmasını bekliyor. Patronun ikide bir benim memleketim şöyle iyi, böyle iyi demesi yetmiyor, önemli olan memleketime şunu yaptım, şu iyiliğim dokundu diyebilme can yürekliliğini fiilen göstermek çok önem arz etmekte. Elbette çocukluk hatıralarını dile getirmek güzeldir, ama bundan daha da güzel olan dile getirdiği hatıraları üretime yönelik yatırım yaparak kalkınma hamlesiyle taçlandırmaktır.

Maalesef XVII. asırdan bu yana kimi zaman hamasi söylemlerle bilinçsizce I. Dünya savaşına girmek ya da Allah-u Ekber dağlarında ordumuzu telef etmekle yarınlarımızı heba etmişiz bile. İşte bu tür kuru kuruya hamasi söylemler eşliğinde Doğu insanı ihmal edilmişliğin ezikliğini yaşamıştır hep. Tâ ki Menderes iktidara gelmiş, işte o zaman toplumumuz nihayet ayağında çarık yerine ayakkabı, tarlasında sapan yerine traktör görmüş oldu, bir zaman sonra Özal iktidara gelmiş bu sayede insanımız serbest piyasa ekonomisiyle yüzleşip kendine özgüveni gelmiş, keza Erdoğan iktidara gelmiş bu kez gündem belirleyen ülke konumuna gelmekle yüzleşmişiz. Malum bu üç ismin dışındakiler Türkiye’nin yarınlarını çalmışlardır. İyi ki de Erdoğan, 2002 yılından sonra iktidara gelir gelmez hemen kolları sıvayıp bölgeler arası farkı kapatmak uğruna doğunun makûs talihini değiştirecek yatırımlara hız vermeyi akıl edebilmiş. Umut ederiz ki, Erdoğan sonrası Yeni yüzyıl Türkiye’sinde de bu azim, bu heyecan ve kararlılıktan vazgeçilmesin. Umut ederiz ki, bölgeler arası fark kapatılana kadar devlet bütçesinden ayrılan aslan payı buralara kesintisiz her daim aktarılmış olsun. Umut ederiz ki, üretim sektörünün bir ayağı da doğu ufuklarında doğsun. Umut ederiz ki, topyekûn maddi ve manevi hamleye yönelik akil insanlardan oluşmuş kadrolar Doğunun makûs talihini değiştirecek faaliyetlerden ayağını kesmesin.

Şayet 2002 sonrası Türkiye’sinde ne umduk ne bulduk derseniz, şu bir gerçek çok yönlü üretime yönelik çalışmalar, ihracattaki artış, istihdam açığının giderilmesi, eğitimde dersliklerin artması, her ilde yeni üniversitelerin açılması, kara-deniz-hava ulaşımında ve demir ağlarla örülmesinde zirve yapmamız, sağlık kuruluşlarının tek çatı altında toplanıp şehir hastanelerinin kurulması gibi daha nice sayamadığımız pek çok icraatlar beklentilerimizi ziyadesiyle karşılamaya yetmiştir. Dahası tüm bu kalkınma hamleleri Türkiye’nin yeni yüzyılda çağlar üzerinden sıçrama hedefine ulaşacağımızın umudunu daha da artıran icraatlar olmuştur.

İşte görüyorsunuz Yeni Türkiye yüzyılına umut ışığı yakan böylesi hizmetler göz ardı edilemeyecek kadar çok önem arz etmekte. Madem öyle, umutlarımızın daha da yeşermesi için yetişmiş insan sayısını çoğaltmakta fayda var. Nasıl fayda olmasın ki, hemen her alanda iyi yetişmiş kadrolar oluşturmadan doğuya bina yapmışız, tesis inşa etmişiz veya makine götürmüşüz neye yarar ki. Evvel Allah'ın izniyle insanımız birçok şeylerin üstesinden gelebilecek bir ruha sahip, ama bilgi donanımından yoksun olduğu da bir vaka. Gerçekten bilgi donanımı eksikliği başa bela, bu durum bizi imajı olmayan ülke konumuna düşürebiliyor. Bakınız İtalyan denilince ayakkabı, Japonya deyince “SONY” akla gelirken, Türkiye deyince daha henüz dünya çapında akla gelebilecek bir marka ürünümüz yok diyebiliriz. Anlaşılan o ki, imaj problemimiz var. Mutlaka bu açığımızı kapatacak küresel ölçekte kendi ürünümüzü tanıtacak lobileri oluşturmamız icap eder. Ancak bu iş bizi uzaktan kumanda eden elin adamının gözünün içine bakarak ya da merhametine sığınarak olmuyor. Bu iş uluslararası piyasalarda ekonomik gücümüzün varlığını hissettirmekle oluyor. Hakeza lafla da çağdaş olunmuyor, şayet uluslararası arenalarda marka düzeyinde imaj oluşturmuşsak ancak o zaman çağdaş olunuyor. Elbette ki “Türk öğün, çalış, güven” demek güzel bir duygu selidir, ama bu veciz söz uygulamalarla uluslararası ölçekte boy ölçüşecek derecede imaj oluşturmamışsa laftan öte bir anlam ifade etmeyeceği muhakkak. Düşünsenize ülkemiz:

-Daha henüz tam manasıyla potansiyel kaynaklarını harekete geçirememişse,

-Daha henüz uluslararası platformda kendi lobisini oluşturmamışsa,

-Daha henüz ürettiklerini dünya piyasalarında tanıtamamışsa çağdaşlıktan dem vurmak laf ebeliği yapmaktan başka kime ne yarar sağlar ki?

Evet, Öyle anlaşılıyor ki madde madde sıraladığımız ülkemizin hal ve ahvali “daha 'henüz'ler modundan çıkmış sayılmaz. Dolayısıyla bu mod üzere yerinde saydığımız sürece, ne mümkün ki imaj oluşturabilelim. Bırakın imaj oluşturmayı itibarımızı batı dünyasının insafına bağlamışız sanki. Öyle ki XIX. asır başlarından itibaren körü körüne gümrük birliği sevdası uğruna Avrupa karşısında hep el pençe divan durmuşuz. Peki, bir zamanlar el divan pençe durduk da ne oldu, başımız göğe mi erdi? Yetmemiş özel sektör karşıtı zihniyete destek çıkıp imajımızı devletçi politikalarla oluşturacağımızın handikabına düşmüşüz. Böyle olunca da imaj dışı kalmışız. Oysa her şeyin illa da devlet eliyle olması gerekmezdi, özel sektör aracılığıyla da pek çok işler yürütülebilirdi. Neyse ki gelinen noktada artık çok şükür özel sektörü hor görmüyoruz. Bu gelinen nokta köprünün altından çok suların aktığının bir göstergesidir Ancak bununla da kalmamalı yeni bir göstergeye, yeni bir ufuk turuna daha ihtiyaç var elbet. Hiç kuşkusuz ihtiyacımız olan o engin ufuk turumuz İkinci Yüzyıl Türkiye’sini çağlar üzerine sıçratma imajı turundan başkası değildir. Dahası böylesi imaj turu hedefimiz bizim ülkümüzdür. Yeter ki üretim seferberliği ruhuyla Türkiye imajını dirilişe geçirecek hamleyi kendimizde görelim, bak o zaman “Türk öğün, çalış, güven” sözü küresel boyut kazanıp böylece ufuk turumuz bir hayal değil gerçek manada öz imaj turumuz olacaktır.

Yüce Allah (c.c) mülkü insanın hizmetine vermiş ki; tabiatı işleyip üretim yapabilsin, Hem insanoğlu üretim yapmış olsun ki gerçek mülk sahibinin Allah olduğunu hatırlamış olsun. Nitekim Yunus Emre bu hususta; “Malda yalan mülkte yalan var birazda sen oyalan” derken gerçek mülk sahibinin Allah olduğunu vurgulamıştır.

Evet, Müberra dinimizde mülk Allah’ındır, ama bu mülk devletin himayesinde, toplum nezdinde, girişimci ve birey elinde olduğunda emanet mülk olur. O halde mülk olan emanete hıyanet etmemek gerekir. Belli ki insanoğluna emanet olarak verilen mülk har vurup harman savurmak için verilmemiş, bilakis yaratılıştan bugüne dinin belirlediği ölçüler dâhilinde kullanması için verilmiş bir emanettir. Hele ki en son Müberra dinimizin devletlere, toplumlara, fertlere mülk edinme ve üretim hakkı tanıması, gerçek mülk sahibinin karşısında haddini ve hududunu bilmesinin gerektiğinin yansıra sunulan her mülk Allah’a ibadet şuuruyla şükrümüzü artırmak içindir. Nitekim şükürsüz mülk kullanımı haddi aşmanın ötesinde verilen nimete karşı nankörlüktür. Dolayısıyla nankör konumuna düşmemek için edinilen mülke emanet gözüyle bakıp şükretmek gerekir. Kelimenin tam anlamıyla doğurgan toprağın bağrından işlenerek neşvünema bulan her nimet, eşrefi mahlûkat insana hizmet için vardır. Ben-i Âdem insanoğlunun varlık nedeni ise yaratılış mayasındaki toprağı işleyip eşyanın hakikatine vakıf olmak içindir. İşte bu noktada eşyanın hakikatine vakıf olabilen insan, tüm sahte mabutlara meydan okuyup Allah’a abd (kulluk) olmakla gerçek hürriyete erişmiş olurken, eşyanın ve maddenin hakikatine vakıf olamayan ise eşyanın ve maddenin kulu ve kölesi bir halde hayatını zindan etmiş olur. Şayet bir insan eşyanın ve maddenin köleliğinden kurtulmak istiyorsa öncelikle kendini Allah’a abd olmak için adamalıdır. Madem öyle, madde bizi esir almadan biz maddeyi hükmümüz altına almalı ki Allah’a vuslatımız kolay ola.

Bakınız İslamiyet, ne kapitalizmde olduğu gibi mülkü patrona teslim eder, ne komünizmde olduğu gibi mülkü hırsızlık görüp devlet kontrolünde toplumun ortak pastası niteler, ne de faşizmde olduğu gibi mülkü devleti temsil eden führere (şef'e) teslim eder. Teslim edeceği yer besbellidir; tabiatı işleyip üretimi gerçekleştiren ister patron olsun, ister devlet olsun, ister devlet reisi olsun, ister sivil toplum olsun, ister birey olsun hiç fark etmez, yediden yetmişe hemen her kesime mülk üzerinde faydalanma, kullanma ve tasarruf hakkı tanır. Hakeza İslamiyet üretim sektörünü sosyal ve kültürel değerlerle donatıp asla başıboş bırakılması gereken bir manevra alanı görmez. Zira mülk üzerinde mutlak otoriter Rabbül Âlemindir, insana sadece helal daire içerisinde tasarruf yetkisi verilmiştir. Öyle ya, madem mutlak anlamda mülk Allah'ın, o halde emanet olan mülkü meşru daire içinde kullanmak düşer bize.

Vesselam.