Kapitalist zihniyetin babası Adam Smith’dir. O, ekonomik hayatın sürekli devlet tarafından yönlendirildiği bir süreçte adını duyuran bir ideologdur. Malum bu süreçte Amerikan ihtilali, Fransız ihtilali ve buhar makinesi keşfi derken, sanayi inkılâbı baş göstermiştir. Bilindiği üzere İngiltere’de ekonomi devlet kontrolündeydi, ama asiller yönetimi ellerinde tutuyordu. Ancak sanayinin gelişmesiyle birlikte alternatif yeni bir sınıf daha doğar, bu sınıf sanayici ve tüccarlardan oluşacak hür teşebbüsten başkası değildi. İşte tam da bu sıralarda konjonktüre uygun Adam Smith'in “Bir milletin zenginliği ancak bireyleri serbest bırakmaktan geçer” sözleri bu oluşumun sesi olur da. Her ne kadar bu sözler filizlenmeye yüz tutmuş burjuva sınıfının ruhuna tercüman olsa da gerçekte “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklinde ifade edilen kapitalist mantığın genel çerçevesini yansıtan sözlerdi bu.
O yıllarda felsefi tartışmalar hızla devam ederken kitlelerde iyi bir hayat standardına kavuşmak hayaliyle sürekli ekonomik mücadele içinde habire didinip duruyorlardı. Aralarında konuştukları tek konu ise enflasyonun ortaya koyduğu onarılmaz yaralardı. Tabiatıyla bu konular ardı ardına konuşuldukça kitlelerin devlete olan güveni azalır. Bu durumda güven bunalımı yaşayan kitleler kurtuluşu ister istemez ideolojilerde arayıp kimilerine Adam Smith’in fikirleri ilaç gibi gelir,
Anlaşılan komünizm, liberalizm ya da diğerleri hiç fark etmez, sonuçta hemen hepsi kriz ortamlarından doğmuş ideolojilerdir. Malum, komünizm yoksulların feryatları üzerine kurgulanmış bir akım olarak doğuvermişken, kapitalizm ise bireyler arasında daha çok zenginleri gözetleyen bir akım olarak doğuvermiştir. Sonuçta her iki akımın söylemleri farklı olsa da hedefe varmak için uyguladığı metot zinciri aynıdır. Zira her ikisi de sanayi çağının doğurduğu birtakım sancılar sonucu ortaya çıkmış akımlardır. Sanayi çağının ürettiği geçiş sancıları her iki akımı da meşhur etmiştir. Gerçekten de o yıllar zor yıllardı, bir kere alışılmış bir düzenden başka bir düzene geçiş söz konusuydu. Böyle bir ortamda ekonomik buhrandan bunalmış kitleler elbette ki denize düşen yılana sarılır misali kurtuluşu ideolojilerde arayacaktır. Nitekim kitlelerin duygularını istismar edecek stratejiler tutar da. Zira Karl Marks yoksulların duygu selini istismar etmiş bir ideolog olarak adından söz ettirirken, Adam Smith ise zenginlerin kâr etme amacını istismar ettirmiş bir ideolog olarak adından söz ettirir. Her ikisi de toplumun tüm kesimlerini değil, belirli bir dilimin sözcüsü rolü üstlenmişlerdir, yani her ikisi de zümrecilik anlamında sınıfçıdırlar. Zaten toplumu sınıf sınıf ayırmak ideolojilerin içine düştüğü bir çukurdur, bir kere ayırımcılık genlerine işlemiş, isteseler de bu çukurdan çıkamazlar. Allah'tan bu ayırımcı sınıfçı anlayış bizim toprağımıza tam olarak sıçramamıştır. Belli ki bizim kültür kodlarımızda sınıfçı anlayışa yer yoktur, bu yüzden sınıflaşma bize yabancı bir kavramdır. Osmanlı’ya baktığımızda bırakın sınıflar arası ayırım tezadı oluşturmak, milliyetler arası bir tezat uygulamasına bile geçit verilmemiştir. Osmanlı’da çokluk içinde birlik ilkesi esastır. Asla toplum tabakalarında ayırıma yol açan kalın çizgilere yer verilmez. Hatta bizim topraklarda derebeylik ve feodalite türünden yapılanmaların izlerine de pek rastlanmaz. Zira merkeziyetçi sistemimiz bu tür sınıflaşmaya geçit vermeyecek yapıdadır. Merkeziyetçi yapı derken bugün bazı ülkelerde sıkça gördüğümüz totaliter yapılar değil elbet, tam aksine merkeziyetçi yapı içinde kesretten vahdete dört dörtlük bir nizamımız söz konusuydu. Bakmayın siz öyle bazı çevrelerin güya padişahlarımızın astığı astık, kestiği kestik şeklinde gargara yaparaktan dillerine doladıkları sözlerine, bu tamamen kendi tarihlerine yabancı kalıp kendi ecdadını karalamaya yönelik bir iftiradır bu. Oysaki tarihin bütününe baktığımızda padişahların tek başına karar merci olmadıkları görülecektir. Kaldı ki hakanlarımızı dillerine dolayanlar her nedense birçok batı ülkesinde kralların gölgesinde işleyen taçlı demokrasiyi görmezden gelirler. Örnek mi istiyorsunuz, işte İngiltere deki taçlı demokrasi sistem bunun en bariz çarpıcı örneğini teşkil etmekte zaten.
Şurası muhakkak, Adam Smith’in açtığı çığır daha çok Avrupa’da yankı bulmuş ve onun önderliğinde ferdiyetçilik tek birim ve tek değer kabul edilmişti. Hatta bugünkü şirketleşme, tekelleşme, tröstleşme ve monopolleşmenin temelinde bile Adam Smith’in tetiklediği fikirlerin büyük etkisi vardır. Derken kapitalizm bireyin çıkarlarını ön plana alan bir sistem olarak zihinlere kazınır. Bu sistemde varsa yoksa birey egosunu tatmin etmek esastır. Ancak bireysel egoları gözetleyen bu sistem insanlar arasındaki dayanışmayı da yerle bir etmiştir. Hatta bireysel egonun tavan yapması vahşi kapitalizmin bir ürünüdür. Dahası bireyin bireye hâkimiyet kurmasını ilke edinen bu vahşi anlayış bugün de dünyayı çepeçevre kuşatmış durumda. Öyle ki, Türkiye’de birtakım kapitalistler efendilerinden daha keskin kapitalist savunucu olabiliyorlar. Bilhassa bu yılmaz savunucular eğrisiyle doğrusuyla batıya ait her ne varsa baş tacı edinip efendilerine taş çıkartmış konumda tavır sergilemekteler. Hatta hızlarını alamayıp ülkemize enjekte etmeye çalıştıkları reçetelerin içeriğinin ne olduğuna bakılmaksızın kör kütük aşılama sevdasına kapılmışlardır. Ne var ki şu basit kuralı bile bilmezler; herhangi bir fikriyat ne kadar güçlü olursa olsun, uygulayacakları fikri reçete şayet toplumun dinamikleriyle bağdaşmıyorsa o toplumda yer edinmesi mümkün değildir. Belli ki, onların tek anladıkları kural; efendilerine kayıtsız, şartsız itaat edip uşaklık etmektir. Bir kere Tanzimat bu izni onlara vermiş, isteseler de bu sevdadan vazgeçmezler. Tanzimat bir anlamda batı akımının yurda giriş kapısıdır. Bu açılan kapının ne demek olduğunu en iyi sezen de hiç kuşkusuz Abdülhamit Han’dır. Dahası o hürriyet, eşitlik, adalet gibi güzel kavramların bir kılıf olduğunu sezmekle kalmamış Osmanlı’yı çökertmeye yönelik bir plan olduğunu kestiren Ulu Hakanımızdır. Sonunda tarih onu haklı çıkarır da, ama iş işten geçmişti. Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet vs. derken kendimizi I. Dünya Savaşı’nın ortasında bulduk. Özetle İttihatçılar o yıllarda ütopik maceralara girerek başımıza binbir çorap örmüşlerdir.
Nasıl ki liberalizm Tanzimat dönemiyle başlayan bir moda akımsa, Cumhuriyet dönemine geldiğimiz süreçte de özellikle 1970’li yıllarda sosyalizm moda olmuştu. Belli ki liberalizmden umduğunu bulamayanlar bu kez sosyalizmi tek kurtuluş reçetesi görmüşlerdir. Neyse ki bu sevda da uzun sürmez. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Sosyalizm tüm dünyada çöküş sürecine girince ister istemez yeni bir kartvizite ihtiyaç duyarlar. Şimdilik bu ihtiyaç yeni bir ideoloji çıkana kadar Kemalizm olacaktır. Baksanıza dünün Marksist ve Maocuları bir anda hızlı bir şekilde Kemalist kesilmeleri bunun en bariz örneğini teşkil etmekte. Ne diyelim onlar Kemalizm’le oyalanadursunlar, artık yenidünya düzeninde sivil toplumun ayak sesleri daha ağırlıklı değer olarak gündeme oturacak gibi gözüküyor. Bakınız, Thoreau'nun “En iyi hükümet hiç hükümet etmeyendir” sözleri bunun ilk işaretini vermekte zaten. Hatta bu noktada diyebiliriz ki Henry David Thoreau “Sivil İtaatsizlik” eseriyle komünizm ve vahşi kapitalizmden bunalmış kitlelere umut ışığı olur da. Ve şöyle der: “En iyi hükümet, insanları en çok kendi başına bırakandır. Önce insan, sonra bir devletin tebaası olmalıyız. Kanuna saygıdan daha çok haklara saygıyı geliştirmeye çalışmalıyız.” Tabii bitmedi, dahası var, der ki; “Bütün seçimler tıpkı satranç gibidir, doğru ve yanlışla ahlaki meselelerle oynanan bir oyun. İnsan yığınlarının eylemlerinde pek az faaliyet mevcuttur. Eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapılması gereken şey alet olmamandır.” Ve ekliyor; “Mutlakiyetçi monarşiden sınırlı bir monarşiye, sınırlı bir monarşiden demokrasiye doğru ilerleme insana karşı hakiki saygı yönünde bir ilerleme demektir. Devlet ferdi tanımadıkça, otoritesini ondan almadıkça aydınlık bir ülkeden hiçbir zaman söz edemeyiz.”
İşte yukardaki satır aralarından da anlaşıldığı üzere “Sivil inisiyatif” bir yaklaşımın gereği olarak birey devlet için değil, devlet birey için var ilkesi ön görülüyor. Dahası satırlarda geçen bu akıl dolusu sözlerde insan vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalı kaidesi esas alınmakta. Aslında Thoreau’nun açtığı bu düşünce liberal mantıktan çok farklı, Osmanlı anlayışına çok daha yakın dersek yeridir. Zira Osmanlı padişahları kendi efendiliğini tebaanın huzurlu olmasında buluyordu. Tebaanın mutsuzluğundan kendilerini köle hissediyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman'ın “Bir memleketin hakiki efendisi reayadır (halktır)” sözleri bunu teyit ediyor zaten. Bu yüzden Panait Istrati; “Dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir. Tanrıya ve padişaha çatmadıkça orada her şey yapmak serbesttir” der. İşte bu ifadelerden gayet net bir şekilde Osmanlının hür iradesiyle sivil inisiyatifini ortaya koyabilecek toplum pozisyonda olduğu fark edilir. Ki, Osmanlı toplum anlayışında iktidar ve servet doğru orantılıdır. Bireyin refah seviyesi arttıkça zenginliğin de o oranda artacağı kanaati hâkimdir. Nitekim Osmanlı toplumunda ulemanın görevi din, yargı ve eğitim hizmetleri, reayanın ise malum üretim faaliyeti ve vergi ödemektir. Bu arada Osmanlı sistemi içinde yer alan esnaf loncaları da tüccarların tekelleşme eğilimlerine geçit vermeyecek tarzda organize olmuş sivil müesseseler olup, bu sayede kapitalist oligarşinin doğmasına engel olunmuştur.
Bir diğer halkın sesi yönünden dikkat çeken isim ise hiç kuşkusuz Mahatma Gandhi'dir. Malum o da sivil inisiyatifin bir başka versiyonu “Sivil itaatsiz” ilkesini kendine düstur edinmiştir. Hatta sivil itaatsiz kavramı Mahatma Gandhi’nin elinde “Pasif direnişin kutsal kitabı” haline dönüşmüştür dersek yeridir. Nasıl dönüşmesin ki, Gandhi bu uğurda G. Afrika’da kalıp, ömür boyunca General Jan Smuts yönetimine karşı mücadele vermiş sivil direniş öncüsü bir şahsiyettir. Hele hele sivil itaatsiz programları ülke genelinde etkisini hissettirdikçe yıldızı parlar da. En nihayet Başbakan Smuts ve hükümeti tabandan gelen sesler karşısında Hintlilerin taleplerini kabul etmek zorunda kalır. Derken tarihler 1914’ü gösterdiğinde Gandhi Hindistan’a dönüşü gerçekleşir. Ancak yine de ortalık süt liman değildir, ta ki bir Hintli suikastçı tarafından öldürülünceye kadar sivil itaatsizlik direnişine devam eder de. Evet, 1948 yılı sivil direniş güçler için kayıp bir yıldır. O artık bu dünyadan göç etmiştir. Ama hâlâ o insanlığın hafızasında Hindistan ve Pakistan’a özgürlük kazandıracak süreçte sivil itaatsiz direniş ruhunu diri tutan tek öncü lider olarak yaşamakta. Düşünsenize sivil itaatsizlik direniş metodu onun döneminde işlerlik kazanmış tek meşaledir. Öyle bir meşale ki, sivil itaatsizlik hareketi tüm ateşli silahları tesirsiz bırakacak güç olur da. O’nun başlattığı “Sivil itaatsizlik” harekatı yıllardır yöneticilerin baskısı altında inim inim inlettikleri ülke halkların zihninde “Sivil inisiyatif harekatı” bilincinin aralanmasına ve birtakım hakların demokratik yollardan alınabileceği cesaretini artırmıştır. İşte Gandhi’nin hayattayken vermiş olduğu bu müthiş sivil itaatsizlik direniş hamlesi tüm totaliter ve dikta zihniyetlerin maskesini düşürmeye yetmiştir. Hatta Smuths, sivil itaatsizlik direnişi teknikleri karşısında pes edip Hintlilerin isteklerini kabul etmek zorunda kalır bile.
Evet, Mahatma Gandhi; “En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığı anda onun kuvveti gitmiş demektir” diyor. Şüphesiz “Sivil itaatsizlik” Thoreau tarafından dillendirilmiş, Gandhi elinde ise teoriden pratiğe geçiş yapıp en iyi bir şekilde kitlelerin umut meşalesi olmuştur. O’nun sivil itaatsizlik programı şu esasları kapsar: “Dilekçe ile müracaat, uzlaşma, hakem koyma vs.” gibi barışçı yolları kapsar. Şayet bu yöntemlerle neticeye varılmazsa bu sefer de grev, işe engel koyma, genel grev, ticari boykot, oturma eylemi, grev vs. tedbirlerin yanı sıra gerektiğinde vergi ödememe gibi tekniklerin devreye girmesidir, öyle de olur zaten. İyi ki de bu yöntemler uygulanmış. Nitekim Gandhi bu konuda sosyal adaletsizliğe uğrayan kitlelerin rehberi olup, bu sayede dünyanın birçok yerinde ezilen halklar gücünü, bu tür demokratik yöntemler kullanarak sesini duyurabiliyor. Hiç kuşkusuz Gandhi’nin başlattığı bu sivil itaatsizlik direnişi mücadelesinden alınacak çok dersler vardır. İşte bu noktada sözde aydınlar ne kadar batılıysa, biz de Gandhi gibi mazlumlardan yana tavır sergileyecek kadar doğuluyuz. Tabii doğuluyuz demek yetmez, uygulama da gerekir. Zira sivil itaatsizlik sözle değil uygulamayla idrak edilebilecek bir direniş ruhudur. Neyse ki bu hususta her türlü oportünist ve militarist uygulamalara karşı geç de olsa ülkemizde Sivil inisiyatif oluşumları çağrıştıran teşekküllere rastlayabiliyoruz artık, bu durum ümitlerimizi yeşertiyor da.
Gerçek anlamda Sivil inisiyatif oluşumlar her türlü “Liderlik Sultası” eğilimlerini reddetmekle kalmayıp hukuki kurallar çerçevesinde “sivil itaatsizlik” bilincinin kitlelerce kabulü yolunda halkın sesini önceleyen sivil harekettir. İşte böylesi halkın sesine kulak veren sivil oluşumlarda “Milletin efendisiyiz” şeklindeki çağrılara asla yer yoktur, tam aksine milletin efendisi milletin ta kendisidir anlayışı hâkimdir. Artık kaldı ki tek parti milli şef döneminde milletle jandarma dipçiği vasıtasıyla ilişki kurulduğu devirler çok gerilerde kaldı. Gelinen noktada toplum daha çok tabandan başlayacak gelişmelere kulak vermektedir. Halk tepeden dayatmacı yöntemlerin geçerli olduğu eski Türkiye'ye dönmek istemiyor. Malumunuz eski Türkiye’de yenilik gelecekse de tavanın ön göreceği reçetelerle ancak simgesel yenilik gelecektir uygulamaları egemendi. Oysaki böylesi tepeden yönlendirmeci bir anlayışla zihinlere ipotek konulup dikte ettirilmeye çalışılan reformlar toplumda hiçbir zaman karşılık bulamayacağı muhakkak. Nitekim bu güne dek sembolik yenilikler topluma mal olamadı, olduysa da sadece bir eli yağda, bir eli balda malum çevrelerin çıkarlarına hizmet eden Nasrettin Hoca misali “Ye kürküm ye” şeklinde göstermelik bir araç olmuştur.
Toplumun kültürel kodlarıyla oynanmak suretiyle reform yapmaya kalkışmak her zaman sıkıntı doğurmuştur. Dolayısıyla sivil inisiyatif programlarının en iyi şekilde hayata geçebilmesi için toplumun değer yargılarını göz ardı etmemek gerekir. İcabında bu da yetmez, çok sesliliğe giden kanalları ardına kadar açmakta gerekir. Neyse ki Özal dönemiyle birlikte siyah beyaz tek kanaldan renkli çok kanallı televizyon kanallarına geçiş yapılmasıyla birlikte insanımız “tek sesli” yönlendirmelerden kurtulabilmiştir. Böylece toplum çok seslilik sayesinde bütün gelişmelerden haberdar olduğu gibi gerektiğinde sivil inisiyatif hamlesini ortaya koyabiliyor da.
Sivil inisiyatif, aslında insanın kalkınmasına yönelik bir hamledir. Kapalı toplumlarda fertler, geleneksel inanç ve değerler sisteminin kıskacından kurtulamadığı içindir yeniliğe karşı duyarsız kalmışlardır. Açık toplumlarda ise gazete, kitap, radyo, televizyon, internet vs. tüm kitle iletişim araçları bir anlam ifade ettiği o kadar net açık ortadadır ki, çok sesli enstrümanların toplumun sivil inisiyatifini geliştirici yönde olumlu etkileri olduğu muhakkak. Ki; kitle iletişim araçları, köy şehir ilişkileri ve eğitim seviyesi toplumun sivil inisiyatifini olumlu yolda etkileyen önemli enstrümanlardır. Hatta bu tür enstrümanlar topluma “Sivil inisiyatif” ruh kazandırabiliyor. Sivil inisiyatif dinamizminden yoksun toplumlar ise kaderleriyle baş başa kaldıkları içindir psikolojik baskılardan kurtulamıyorlar. Sadece birbirleriyle dayanışma içerisine girmek suretiyle ayakta kalmaya çalışıyorlar. Elbette ki dayanışma güzel bir şey ama bir yere kadar, buna ilaveten sivil inisiyatif güç de olmak icap eder. Aynı şey modern hayat için de geçerli elbet. Zira kentleşme büyük kalabalıklar içerisinde bireyi yalnız bırakıp ruhsuzluğa terk ettiriyorsan o modernlik neye yarar ki. Kaldı ki büyük topluma geçişte her şeyi paraya indirgemek kültürel yozlaşmaya kapı araladığından sivil inisiyatif güç olmayı olumsuz yönde etkileyeceği bir vaka. Önemli olan küçük birimden büyük birime doğru ilerlerken geçiş sürecini kültürel politikalarla destekleyip kökü mazide olan âti olabilmektir. Para olacak, ama maneviyat da olacak. Maneviyat olunca bak o zaman para bizi değil biz parayı esir almış oluruz. Bakın Buharalı âlim Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibendî (k.s.) ne diyor: “Bir gün Mina pazarında gördüğüm bir gencin davranışını hiç unutamam. Gence şöyle bir baktım, bir yandan altın satıyor, diğer yandan da paraları sayıyor. Kendi kendime dedim ki:
“- Şu genç ne kadar dünyaya dalmış biri.”
Ancak sonra o gencin kalbine nazar ettiğimde bir de ne göreyim, kalbi “Allah, “Allah” diyor. Bu kez kendi kendime:
“- Maşallah el kâr’da gönül yâr’da” dedim.
İşte bu ifadelerden de anlaşıldığı bir insan dünya işleriyle meşgul olsa bile Allah’tan kendini alıkoymamalı. Dahası Buharalı âlim Zat’tan alabileceğimiz en büyük ders; her halükârda maddi ve manevi alanda inisiyatif alıp hayatımızı karartmamaktır.
Otoriter sistemlerde tek karar fonksiyonu Führer, yani liderdir. Hemen her husus liderin iki dudağı arasından çıkacak cümlelerde gizlidir. Liberalizmde karar fonksiyonu girişken fertlerdir, dikkat edin tüm bireyler değil girişken bireyler diyoruz, yani bu sistemde patronlar avantajlıdır. Malum sivil katılımcılık ve sivil inisiyatif programlarını rehber edinmiş modellerde ise sermayenin tabana yayıldığı ve tekelleşmeye asla geçit vermeyen ilkeler esastır. Doğru olanda budur zaten. Ama günümüzde gel gör ki; kitleler işbirliği ile rekabet arasında, dayanışma ile çatışma arasında bocalamakta. Maalesef her geçen gün toplum imajı yerine kişi imajı yer almakta. Dolayısıyla bu noktada sivil toplum öncülerine çok iş düşmektedir. Madem öyle, bir an evvel sivil inisiyatif teşekküller iş birliği içerisinde tüm çelişkilere son verip içinde bulunduğu grubla dayanışma ağı kurup geniş bir katılım esasına dayalı bir rol model için çaba sarf etmelidir. Bu geniş katılımlı model, ne komünizmde olduğu gibi ferdin inisiyatifini elinden alan bir modeldir, ne de kapitalizm de olduğu gibi birkaç kişinin menfaatini gözeten bir modell. Gerek komünizm olsun gerekse kapitalizm hiç fark etmez her iki model de millî yapımıza ters ideolojik modellerdir. Hele ki Türk toplumu hür ve bağımsız yaşamayı sevdiğidir için komünizmin yumuşatılmış diyebileceğimiz sosyalizm gibi modeller bize yabancıdır. Hakeza değim yerindeyse iliklerimize kadar sosyal adalet ve fırsat eşitliğinden yana haleti ruhiye bir yanımız olması hasebiyle kapitalizmin yumuşatılmış hali diyebileceğimiz liberalizm türü kendi çıkarını esas alan ideolojik modellerde bize yabancıdır. Belli ki, hem hürriyetçi, hem sosyal adaletçi hem de fırsat eşitliğini sağlayan sistemden yana tavır alan bir yanımız var. Bunun adına ister dayanışmacılık deyin, ister sivil inisiyatif, ister sivil katılım, ister sivil toplum modeli deyin hiç fark etmez, hepsini kapsayacak bir model ortaya koymak bizim kabulümüz olacaktır.
Sivil inisiyatif anlayışında toplum yönetimi önemli yer tutar. Herkes bulunduğu iş ve yönetimde söz sahibi olma imkânı verdiği gibi fırsat eşitliği de sunar. Dahası bu modelde yöneticilerle yönetilenler arasında karşılıklı kontrol esastır. Yani aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bir sirkülasyon söz konusudur. Hatta bu durum karşılıklı güven duygu seliyle etkili kılınır da. Liberalizmde karşılıklı kontrol müessesesi ağı yoktur, bilakis “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığı gereği başıboşluk hâkimdir. Sivil inisiyatif programlarında başıboşluğa ve kaosa yol açacak uygulamalara yer verilmez. Bakınız Hz. Ömer (r.a.) tebaasını adaletle yönetebildiği takdirde ashap o’na “biat” ediyordu. Adaletten kıl payı ayrıldığında ise “Kılıcımızla düzeltiriz” bir bilince sahiptiler. İşte karşılıklı kontrol müessesesinden kastımız budur.
Osmanlı’nın sosyal dokusu bir dengenin varlığına işaret ediyordu. İşte bu nedenledir ki Naima; “Erkan-ı Erbaa; ulema, asker, tüccar, reaya (halk) bu dört unsur uyumlu olursa sıhhat bulur” diyordu. Naima, bu dört unsurun uyumluluğunu esas tutuyordu. Bir başka Osmanlı düzeni içinde yetişmiş ve cihan şümul zekâ diyebileceğimiz Ahmet Mithat vardı ki, o da doğuştan statü yerine başarıya dayanan statüye önem veren bir bilge şahsiyettir. Nitekim Ahmet Mithat'ın “Herkesin memur olmak hevesiyle devlet hazinesini yağma edeceğine, üretici duruma geçecek, hazineyi güçlendirmek hizmet olacaktır” sözleri tebaanın (reaya) nasıl olması gerektiğini vurgulaması açısından kayda değer cümlelerdir.
Malum, Osmanlı’da mesleki örgütlerle dini hayat iç içedir. Osmanlı’nın kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında birliktelik sergileyen seçkinler (yöneticiler), gaziler, ahiler ve dervişlerin yer alması sivil inisiyatifin varlığını ortaya koyuyor. Kaldı ki Allah Teâlâ: “Yoksa onlar Rabbinin rahmetini mi paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini biz paylaştırdık. Birbirlerine iş görmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır” (Zuhruf Suresi ayet 32) diye buyurmakta. İşte Müberra dinimizde birbirinden farklı mesleki teşekküllerin varlığına işaret edilmesi bu ayette gayet net bir şekilde ortaya konulmuş bile. Belli ki Allah (c.c) yarattığı kulunu farklı işlere farklı kabiliyet ve istidatta yaratmıştır. Nasıl ki beş parmağın beşi bir değilse insanlar arasındaki rızk paylaşımı da aynı değildir. Dolayısıyla insanlar arasında farklı statülerin var olması gayet tabii bir durumdur. Siz bakmayın sosyalistlerin ikide bir eşitlikten dem vurmalarına, bir kere tam eşitlik eşyanın tabiatına ve realiteye aykırı ütopik bir görüştür. Her ne kadar Batı dünyası Kur’an’ın bu açık buyruğundan haberdar olmasa da neyse ki 1968’de bu gerçeği dile getirebilmiştir. Nitekim Fransız İhtilali’nden sonra Fransız sağı, farklılık ve eşitsizliğin özgürlük olduğunu ileri sürmüştür. Özdeşliğin, yani tam eşitliğin “totalitarizm” olduğu geçte olsa daha yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştır. Öyle ki Bossuet bu hususta “Herkesin efendi olduğu yerde herkes köle, efendinin olmadığı yerde herkes efendidir” demekten kendini alamaz da. Ve bu akıl dolusu müthiş sözler aynı zamanda anarşizmin ve kargaşalığın da ne demek olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Sonuçta bugüne kadar kim ne söylemiş olursa olsun rızık çeşitliliğinin ve mesleki farklılıkların olabileceğini Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim 1400 yıl aşkın öncesinden insanlığa duyurulmuş zaten.
Liberalizmin insanlık için öngördüğü sistem seçkin insanlar zümresidir. Ve bu hususta bizim meramımızı bakın Ahmet Mithat şöyle dile getiriyor da: “Hiç insanın büyüğü, küçüğü, eşrefi, ednası olur mu? Bu fikir cühelaya aittir. Asilzadelerin kanı mukaddes de pes-payelerin (ayak takımı) çürük müdür? Bir adam nam ve unvanı ile iftihar etmeli...”
İşte görüyorsunuz Ahmet Mithat’ın bu sözleri gerek kapitalizm gerekse komünizmden çok farklı kulvarda perspektif bir tablo ortaya koyuyor. Düşünsenize bir insan işçi olsun, ister memur olsun, ister doktor olsun fark etmez nam ve unvanından çekinmemeli ya da tam tersi mesleki kariyeriyle üstünlük taslamamalı. Üstünlük arayacaksa takvada aramalı. Kaldı ki İslam’ın zekât, helal kazanç gibi fıkıh hükümleri büyük servet birikimine engel kaidelerdir. Keza israf etmeyiniz hükmü de öyle olup, Yüce Allah (c.c) bu hususta: “Ta ki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın” (Haşr suresi, ayet 7) hükmüyle kullarını uyarmakta da.
Bu demek oluyor ki, servet birikiminin belirli ellerde tekelleşmesine sadece ve sadece İslamiyet’te müsaade yoktur. Hakeza hukuki haklar konusu da öyle olup insanlar arasında ayırıma asla cevaz verilmez. Nitekim İslamiyet’te kul Mümin olunca hukuki bir hüviyet kazanır da. Öyle ki Allah indinde dilenciyi halifeye eşit kılan bir eşit konumda muamele görür. Ul’ul Emr bulunduğu zahir konum itibariyle Allah’ın yeryüzünde idari bakımdan vasıtadır sadece. Asla kendisine ulûhiyet isnat edilen gaye konumda bir varlık değildir. Bu yüzden İslam’la şereflenen idarecide olsa, dağdaki çoban da olsa her kim olursa olsun bu noktada servet ve makamlar aralarındaki kardeşlik ve dayanışma bağına ayıramamakta. Hem nasıl ayırabilsin ki, baksanıza camide zengin fakir, mevki makam sahibi aynı safta beraber namaz kılmaktalar. Böylece Müberra Dinimiz sayesinde toplumun her kesimi Allah’ın huzurunda ve hukuk önünde eşit muameleye tabii tutulmuş olunur.
Hâsılı kelam; Kur’an’ın muhatabı tüm insanlıktır. Dolayısıyla Sivil inisiyatif refleksimizi İslam’ın hak hukuk ışığında kullandığımızda gerçek manada eşrefi mahlukat insan olduğumuzu idrak etmiş olacağız demektir.
Vesselam.