Namık Açıkgöz


DEPREM HİKÂYELERİ YARIŞMASINDAKİ HİKÂYELERİN GENEL DEĞERLENDRİMESİ

Son yıllarda yaşadığımız depremler ve salgınlarla toplumsal bilincimiz alt-üst oldu. Bilinen depremler itibariyle bakıldığında Anadolu, neredeyse tamamıyla bir deprem bölgesi...


Son yıllarda yaşadığımız depremler ve salgınlarla toplumsal bilincimiz alt-üst oldu. Bilinen depremler itibariyle bakıldığında Anadolu, neredeyse tamamıyla bir deprem bölgesi. O yüzden bu topraklar ve bu insanlar depreme alışıktır. 2020 başında ortalığı kasıp kavuran Covid 19 salgınından 2022 sonunda tam kurtulmuştuk ki, 6 Şubat 2023 günü, Kahramanmaraş, Hatay, Malatya, Adıyaman, Adana, Osmaniye, Gaziantep, Diyarbakır, Şanlıurfa, Kilis ve Elazığ olmak üzere 11 il etkilendi ve 50 bini aşkın insan hayatını kaybetti. 

Önce salgın felaketi, ardından deprem!...

Buna yürekler dayanmazdı ve yazılması lazımdı… Çünkü 1918 İspanyol gribi ile ilgili bilgileri edebî metinlerde görmek, kültür birikimi örneği açısından önemliydi. Covid-19 ile ilgili olarak da sosyal medya hesabımda, salgının edebiyata yansıması konusuna dikkat çekmiş ve pek çok metni paylaşmıştım. Nitekim daha sonra Sait Yilter kardeşimiz “Koronavirüs Edebiyatı: Şiir” adıyla bu yazılanları birleştirip tarihe bir belge bırakmıştı. Depremin acılı günlerinde ben de birkaç şair arkadaşa, depremi eski destanlar anlatan şiirler yazmalarını tavsiye ettim. En güzel destanı Arslan Avşarbey kaleme aldı. Güya ben o destanı, çocukluğumda dinlediğim destanlar gibi ezgili bir şekilde seslendirecektim. Maalesef bir türlü o sesi bulup ezgili olarak seslendiremedim. 


 

DEPREM HİKÂYELERİ

6 Şubat 2023 depremi ile ilgili olarak İnönü Üniversitesi tarafından açılan hikâye yarışmasında jüri üyesi olmam hususu teklif edilince, hiç tereddüt etmeden görevi kabul ettim. Önüme 70 hikâye geldi. Baştan söyleyeyim, 2 hikâye dışında, 68 hikâye de yaşanan trajediyi gerçekten güzel anlatan metinlerdi. 2 hikâyenin de birisi hikâye tekniği biraz zayıf, diğeri hikâye olarak güzel (ve ironik) ama konuyla pek ilgili değildi.

Hikâyeleri şöyle tasnif etmek mümkündü:

Deprem anı ve enkaz altında yaşananlar.

Depremde yaşananlara kontrast olmak üzere umut tasarıları ve kurguları.

Deprem sonrası yaşananlar. 

Her felâket toplumda büyük izler bırakır fakat bu izlerin bizzat yaşananlar tarafından gelecek nesillere aktarılması, toplumsal bir bilinç oluşumuna doğrudan katkıda bulunması açısından dikkat çekicidir. 

ENKAZ ALTINDAN EN ÇOK “ANNEEEEE” SESİ GELMİŞ

Enkaz altında kalanların hikâyesi, çocuklar ve ana-baba ile ilişki üzerinden kurgulanmış. Hikâyelerde dikkat çeken çok önemli bir husus bir hikâye hariç (Bir hikâyede babaya seslenilir), tamamında, enkaz altında kalan çocukların “annelerine seslenmesidir. Bütün çocuklar ilk sadmeyi atlattıktan ve akılları biraz başlarına gelince “Aneeeeee!...” diye bağırıyorlar. İnsanların ana düşkünlüğünün bir göstergesi olarak, birbirinden habersiz bir şekilde yazılan bu hikâyelerde yer alan bilgiler iyi bir istatistik bilgidir de.

HAZIRLIK KURGULU HİKÂYELER

Hazırlık kurgusuyla insanları bir umuda doğru yönlendiren kurgu daha çok gençler üzerinden sergilenmiş. Gençler gelecek ile ilgili okul, evlenme, çoluk-çocuğa karışma gibi umutlarla ele alınmış ve bu umut dizisi 6 Şubat gecesi saat 4:17’de enkaza gömülmüş. Güzel beklentilerle ilerleyen hikâyenin bir felaketle son bulması gerilimi, yazarlar tarafından kullanılmış. 

DEPREM SONRASI YAŞANANLAR

Deprem sonrası, yaşanan travmanın izleri dile getirilmiş. Beklentilerin, umutların, hayallerin yerle bir olması ve tedavi sürecindeki zorlukların bir kısmı bazı hikâyelerin merkezinde yer almış. Güzel olan şu ki, bu hikâyelerin hiç birinde travmatik olumsuzluklar yer almamakta; hepsinde bir yaşama sevinci bulunmaktadır.

BİR PATİ HİKAYESİ

Son yaşanan felaketlerde, sadece insanlar konuşulmadı, bazılarında hayvanların içinde bulundukları acılar da konuşuldu. Yarışmaya katılan hikâyelerden biri, bir kedinin enkaz altında kalışının ve kurtarılışının hikâyesi idi. Hayvanlara duyarlılık açısından önemliydi.

ÖZLÜ HİKÂYE CÜMLELERİ

Hikâye, basit bir “olay aktarma” işi değildir; olgunun, şahısların, kavramların hikâyeci tarafından ayrıca işlenmesi ve kimsenin ifade edemeyeceği bir şekilde ifade edilmesi, hikâyeye asıl edebî değeri katar.

Deprem yarışmasına katılan hikâyelerin bazılarında bu özellik vardı. Buraya sadece birkaç örmek alarak duruma işaret etmek istiyorum:

Ya öpülecek çocuklar yoktu artık ya öpecek anneler. Sağ kalan babalar huzuru enkazda bırakmış, sadece telaş içinde…

***

Yorgun bir sesle “Âmin!” diyorum. Fakat iç sesim “Hiç unutamıyorum ki Akil. Hiç…” diyor.

*** 

Yaşadıkları evler betondan bir yorgan gibi serilmişti üstlerine insanların. 

*** 

avazları çıktığı kadar bağırmaya başladılar. Ama depremin yıkıp geçtiği bir şehirde bu çığlıklar, koca koca hayvanların otladığı bir çayırda birkaç böceğin ayak sesi kadar duyulurdu. Ama onlar vaz geçmediler.

*** 

Şehri son bir kez daha üstüme örtüp tekrar uyumaya çalışıyorum

*** 

Her şey olmak... İlk kezmiş gibi heyecanla ve son kezmiş gibi hüzünle ama hakkını vererek, tadını çıkara çıkara.

*** 

Her sabah evden çıkarken bir günaydını bile birbirimize çok gördüğümüz komşumuzun durumu nasıldı? Beni aradığında telefonunu açmadığım dedem şu an nefes alıyor muydu?

***

Buradan çıktıktan sonra onları göremeyeceksem ne anlamı vardı kurtulmamın.

*** 

Bense üstümdeki battaniye ve içimdeki dert ile çadıra geri dönüp yerime geçmiştim.

*** 

Yakaladıkları koyu kıvam sayesinde hayatın zorluklarına karşı yüksek mukavemet göstereceklerdi. Aslolan da buydu zaten.

*** 

Demek ki minik bebeğimiz koca adam olmayı değil de melek olmayı seçmişti (…) Onu şimdi ağzında çıkarmadığı emziğiyle sonsuzluğa uğurlayacaktık.

*** 

Anne sıcağı bitti mi, insanın annesi gitti mi bir kere hayat onu her zaman üşütür

*** 

Birine ulaşınca sanki baraj kapağı açılmış da sular özgürlüğüne kavuşmuş gibi diğerlerinden de iyi haberin akmaya başlıyor


 

*** 

Karşı kaldırımdaki binalar omuzlarını birbirlerine yaslamış yıkılmamak için birbirlerinden güç alıyordu. Binalar yoldan geçenleri selamlar gibi diz çökmüş, hüzünle başlarını öne eğmişlerdi

*** 

Yemekler şahane, sohbet ise yok denecek kadar kıt bu çekirdek ailede. Rutinlere şükredilen, her akşam yemek sonrası kahvesi içilen, her defasında aynı esprilere gülünen bir memur evinden daha fazla ne beklenebilirdi ki?

*** 

Hemen gerisin geriye evine koştu. Kapı yok olmuş adeta yüzüne kapanmıştı. “Seni canlarından ebediyen ayırdım!...” dercesine sırıtıyor gibiydi.

*** 

Oldum olası şu eski Sovyet evlerini kendime benzetirim. Suratsız, sıradan, boğucu…

*** 

Gitme kal bu şehirde” diyen birinin olmaması ne acı. Arkadan bakan bir çift gözün olmayışı.

*** 

Vedası olmayan tek ayrılık ölümdür. Hem giden ölür hem kalan ölür


 

*** 

Ben hikâyeleri değerlendirirken “hikâye etme, özlü ifade, dil kullanımı, konuyu ele alışı” gibi objektif kriterler kullandım. Ve kendime göre bir derecelendirme yaptım. Ama keşke bir iki hikâye dışında metinlerin hepsi yayınlansa.

Yazıyı bitirmeden iki tespitte bulunayım.

İlki, yarışmaya katılanların yazma becerileri iyi olsa da Word belgesi düzenle bilgileri pek iyi değil. Mesela çoğunda “sağa-sola yasla” dikkati yok. Çoğu da bilgisayarındaki harf karakterini değiştirmeden yazmış.

Bir de bir hikâyenin kurgusu ile ilgili bir teklifim: Sağlam eve taşınma konusunda kocasını ikna edemeyen kadın, depremde evlerinin yıkılması ve çocuğunun ölmesi üzerine kocası ile boşanıyor ve onunla sadece çocuğunun mezarı başında karşılaşıyor. Bu hikâyeyi ben yazsam, hikâyeye bu sahne ile başlar, sonra geri dönüşler yapardım. 

Son cümle: Metinlerin bir kaçı hariç, iyi metinlerdi. İmla konusunda yarım alınıp alınmadığını bilmiyoruz ama şayet yardım alınmadan yazıldıysa, imla o kadar kötü değil. İfade zaafı ise yok denecek kadar az.