Selim Gürbüzer


ANAYASA VE LAİKLİK TARTIŞMALARI

Kıblemizi Batıya çevirmek isteyen güruhun başını Mustafa Reşit, Ali ve Fuat Paşalar çekiyordu. Öyle ki bu üçlü Avrupalılara güvence vermek adına batıcılık davası güderken Avrupalılar da, “Islahat, ıslahat...” diye başımızda boza pişiriyorlardı.


Kıblemizi Batıya çevirmek isteyen güruhun başını Mustafa Reşit, Ali ve Fuat Paşalar çekiyordu. Öyle ki bu üçlü Avrupalılara güvence vermek adına batıcılık davası güderken Avrupalılar da, “Islahat, ıslahat...” diye başımızda boza pişiriyorlardı. Zaten birileri de batılılara çıkıp; “İç işlerimize karışamazsınız” diyemiyordu. Derken bu güruh kendi öz yurdunda evlatlarını parya haline getirecek farklı milliyetlerden müteşekkil Meclis-i Mebusanın oluşmasına vesile oldular. Elbette ki kurulan Meclis-i Mebussan milletimizin kendi evlatlarından oluşan meclis olsa gam yemeyiz. Maalesef kurulan bu Meclis-i Mebussan bir süre sonra Devlet-i Aliye'yi şu meşhur 1877–1878 Türk Rus savaşına (93 Harbine) sürükleyen bir rol üstlenecektir. Her ne kadar yetkileri elinden alınan Ulu Hakan Abdülhamit Han, bu savaşa girmemek için çok çaba sarf ettiyse de tüm gayretleri sonuçsuz kalmıştır. Akabinde Ulu Hakan’ın tahttan alaşağı edilmesiyle birlikte Devlet-i Aliye’nin lüzumu da azalmış olur. Böylece 10 yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde çağ açıp çağ kapayan cihanşümul devletimiz erimeye yüz tutup koca imparatorluk çöküşün eşiğine gelir. 

        Malumunuz adına Tanzimat denen Gülhane Hattı Hümayunu, I. Kanuni Esasi (Midhat Paşa reçetesi), II. Meşrutiyet ve İttihat Terakki vs. denemeleri başlıca batılılaşmanın ilk sacayaklarıdır. O gün bugündür hala batı’nın kapısını çalıyor, her seferinde yeni reçetelerle ülkemize dönüldüğünde “İnkılâp, inkılâp...” diye çığlıklar atılıp sevindirik olunuyor, ama gelinen noktada Avrupa yolculuğunda pekte mesafe kat etmiş sayılmayız. Bakınız demir perde ülkeleri bile bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz fazla oyalanmaksızın Avrupa Birliğine üye olmayı başarabilmişlerken, ülkemiz ise bekleme salonunda halen umut tazelemekte. Neyse ki Tayyip Erdoğan'ın iktidara gelmesiyle birlikte Avrupa Birliği yolculuğunda müzakere almayı başarabilmişiz.

         Avrupa yolunda uzun ince bir yoldan geçerken maalesef ne batı bizi anlayabilmiş,  ne de biz batı’yı. Şöyle ki; Tanzimat’la başlayan bu süreç yüzey üstü batı sevdasıyla birlikte İttihat Terakki komiteciliğine dönüşmüş,  günümüzde ise bir başka değişik rollere bürünüp darbeci oluşumların türemesine çanak açan bir tablo ortaya çıkarmıştır. Anlaşılan Tanzimat’tan bu yana batıyı tavaf ediyoruz, ancak bir türlü çağdaşlaşma tutkumuzu nihayetlendiremiyoruz. Oysaki böylesi bir tutku için Tanzimat metnine lüzum yoktu, zaten yazılı fermanda bulunan maddeler o günün şartlarında yürürlükte olan şeriatta fazlasıyla mevcuttu.  Dolayısıyla buna ferman demekten ziyade bir kılıf demek daha doğru olurdu. 

      Dün olduğu gibi bugünde tuhaf bir batılılaşma süreci yaşıyoruz. Belli ki bu süreçler uzadıkça birilerinin değirmenin su taşıyıp işine yaramaktadır. Baksanıza vesayet odakları tepeden ve jakoben dayatmacı yöntemlerle insanımızı önce uysal koyun rolünde refleksiz kılıp sonra sırça köşklerinde rahat uyumanın keyfini çıkarıyorlar. Onlar keyif çaka dursun Özal ve Erdoğan dönemlerinde içi boş çağdaşlık macerası uğruna telef edilen insanımız bir nebze olsun tabandan tavana yapılanma sürecini başlatacak demokratik uygulamalar sayesinde rahat nefes alabilmiştir. Bu nefes insanımızın silkinip uyanmasına ziyadesiyle yetmiştir dersek yeridir. Bu öyle bir uyanıştı ki o keyif çakan vesayet altında ülkeyi idare eden ne kadar eski kafalı,  ne kadar kokuşmuş zihniyete sahip lider ve partileri varsa hepsini sandığa gömecek derecede gereken mesajı vermiştir. Belli ki kitleler günü geldiğinde bir yandan Milli, Sivil ve Katılımcı Anayasanın oluşumu için destek verirken, öte yandan da idari mekanizmada kendi katılımcılığının kabul görüleceği bir yönetim modelinden yana tavır koyabiliyor. 

     Malumunuz 12 Eylül 1980 darbe anayasası bir öncekilere rahmet okutturacak derecede yarınlarımızı karartmıştır. Anayasanın bir kısım maddeleri batıdan aktarılmış kanunlarla cilalanmış ama batı normlarından uzak, bir o kadar da yasakçı ve tanımı yapılmamış laikliği koruyacak maddelerle donatılmıştır. Oysa laikliğin korunmaya ihtiyacı yoktur. Nitekim bu koruma dürtüsüyle batıda uygulanan laikliği de anlayamamışız. Zaten her şeyi doğru düzgün idrak edebilseydik Tanzimat’tan bugüne kadar uzanan batılılaşma süreci fiyaskoyla sonuçlanmazdı. Anlaşılan meselenin temelinde katı devletçilik ve katı laikçilik anlayışı yatmaktadır. Maalesef müspet anlamda laiklik anlayışını bir takım zinde güçler insanımıza çok görüyorlar. Zaten Jakoben laikçilerden ve yobaz laikçi kafalardan başka ne beklenirdi ki. Kendileri yobazlıklarını fark etmese de, fikir üretememe veya kendine güvenememe duygusu, batı normlarını anlamada yetersiz kılıyor onları. Her servis edilen reçete aslını tutmadığı gibi kopya ederlerken de yüzlerine gözlerine bulaştırmaktan geri durmuyorlar.  Öyle ya, madem efendilerinden daha hızlı batıcılık güdüyorlar hiç olmazsa batıda olduğu gibi özgürlüklerden yana tavır takınıp yasakçı anlayıştan kurtulsalar hiçte fena olmaz. Kurtulmak bir yana her on yılda bir tekrarlanan askeri darbelerle yapılan anayasa değişikliklerin ardından sanki kendileri yürürlükte olan anayasanın oluşumuna neden olmamışcasına şikâyet eder konuma gelebiliyorlar. Şurası muhakkak; vicdanlarda hem özde, hem sözde özgürlük meşalesi yakmadıkça ne laiklik, ne demokrasi, ne hürriyet, ne de diğer kavramlar bir anlam kazanamayacaktır.  O halde yasakçı anlayıştan kurtulmak ve her türlü fikre karşı ön yargılı hükümlerden kurtulmak gerekiyor ki en güzel kavramlar başımızda demoklasın kılıcı misali hepimizi tehdit eder hale gelmesin.

        Bize gelince ne batıya kapalı, ne de doğuyu dışlayan bir yol izleriz. Her şeyden önce düşünce özgürlüğünden yana tavır takınıp aynı zamanda bizim dünyamızda farklı fikirlere karşı saygı duymak esastır. Bu yüzden yeni anayasanın insana kıymet verecek derecede net ve anlaşılır açık hükümlerle tanzim edilmesini savunuruz. Takdir edersiniz ki tarifi yapılan kavramlarla yazılmış her bir kanun “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”   topluma soluk olacağı muhakkak. 

         Batı anayasalarına bakıldığında laiklik inanç hürriyetine halel getirmeyecek tarzda yer almıştır.  İyi ki de Avrupa bu tür kavramları açık ve seçik düzenlemiş,  aksi takdirde onlarda sonu gelmez tartışmalar içerisinde günlerini heba etmiş olacaklardı. Malum bizde bu kavramın anayasada net bir tanımının mevcut olmaması birtakım statükocu çevrelerin işine yarayan ucube silah olmuştur. İcabında bu kavramın arkasına sığınıp milletimize aba altında sopa göstermiş oluyorlar da. 

       Bakınız İngiltere’de yazılı bir anayasa olmamasına rağmen Magna Carta anayasa hükmünde bir işlev görüp,  İngiliz Krallığı Evrensel Anglikan Kilisesi’nin himayesi altında konumunu devam ettirmektedir. Yetmedi meclisten çıkan kararlar bile başpapazın imzasıyla yürürlüğe girmekte. Hatta kral ve kraliçelerin taç giyme merasimi törenleri bile Canterbury Başpiskoposu’nun eliyle kilisede gerçekleştirilmekte. Kaldı ki İngiltere’de öğrenim gören çocuklarda bu uygulamalardan nasibini alıp her sabah dini ayine katılmalarının yansıra zorunlu din eğitimine de tabii tutulurlar. Hiç kuşkusuz bu taçlı demokrasi sistemi sadece İngiltere'ye has yönetim biçimi değil elbet,  Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerinde üzerinde mutabık olduğu yönetim biçimidir. Dolayısıyla taçlı demokrasi ile yönetilen ülkelerde din ile devlet ilişkilerinin iç içe olmasından hiç kimse rahatsızlık duymaz. 

       Peki, taçsız demokrasiyle idare edilen ülkeler nasıl derseniz, malum:

      -Yunanistan Anayasası’nın başlangıç 3. maddesinde devletin temel felsefesinin İstanbul Fener Ortodoks Kilisesine bağlı olduğu kayıtlı olup,  işte bu noktada seçilmiş devlet adamları kutsal kitapları üzerine yemin edip bağlı oldukları inançlarıyla işe koyulmuş olurlar. 

      -İsviçre Federal Anayasası’nın başlangıcında, “Kadiri Mutlak Allah’ın izniyle” ifadesi yer alıp ayrıca bu ülkede başlangıç ruhuna sadık kalarak 49. ve 50. maddelerle din ve vicdan hürriyetini kanunlaştırıp vatandaşlarına serbestçe ibadet etme özgürlüğü de tanınmıştır. 

        -Süper devlet konumunda olan ABD’de kullandığı dolar paralarının üzerinde; “Biz Allah’a inanıyoruz” yazılıdır. Tabii dolarların üzerinde bu ifadeler yazılı olunca ister istemez Anayasalarında, “Allah’ın kendisine bahşettiği...” ifadeleriyle başlayan cümlelerin yanı sıra “Biz şu gerçeklerin açık olduğuna inanıyoruz, bütün insanlar eşit yaratılmış olup yaratan tarafından onlara mümkün olmayan bazı haklar verilmiştir”  türünden sözlerin yer almasına da şaşmamak gerekir. Zira ABD’de her türlü dini faaliyetlere engel bir durum gözükmemektedir.

        -1949 Alman Anayasasında; “Allah ve insanlar karşısındaki sorumluluğun bilincinde olan Alman halkı” şeklinde başlayan ifadeler Germen ırkının adeta besmelesi gibi dikkat çekmekte. Bu yüzden Almanya’da dini çağrıştıran ya da din ismiyle parti kurmak serbesttir. Hatta her türlü dini faaliyette bulunmak özgürlük kapsamında değerlendirilir. Nitekim Alman anayasasının 4. maddesi din ve vicdan hürriyetini teminat altına aldığı gibi dini eğitim mecburiyeti de getirmiştir.

       -1947 İtalyan Anayasası,  devlet ve Katolik kilisesinin statüleri birbirlerinin hukukunu ihlal etmeyecek şekilde tanzim edilmiştir.

        -Batıda laikliği 1958 Anayasasıyla Cumhuriyetin temel niteliği olarak esastan ele alan tek ülke sadece Fransa'dır. Bu yüzden bu ülkede dini faaliyetler sınırsız özgürlüğe tabi tutulmaz, yani laiklik çerçevesinde hareket edildiği sürece kabul görür. Derken bu anlayışın gereği olarak dini mevzular ve faaliyetler tümüyle cemaatlere bırakılmıştır. 

       -İsrail’de sekiz yaşındaki çocuklar ergenlik dönemine kadar Tevrat; Kabala ve Talmud’un sapkın düşünce ekseninde eğitime tabi tutulurlar. Elbette ki o ülkede böyle bir eğitimden geçen İsrail devlet başkanına adeta dini lider gözüyle bakılması gayet tabiidir.  Kaldı ki İsrail parlamentosunu izleyenler kendilerini sanki parlamentoda değil de sinagogda olduğunu sanır. Hatta başlarına geçirdikleri Kippa tekkeleriyle oturan çok sayıda parlamenterin varlığı dikkatlerden kaçmaz da. Nitekim parlamento binalarına bile ibadet yapılan anlamında “Knesset” adını vermişlerdir. Bu arada unutmayalım ki başta Amerika olmak üzere birçok batı ülkeleri İsrail’in bu şeriat uygulamaları karşısında irtica laiklik gibi kavramlarla bir bardak suda fırtına koparmazken,   ama söz konusu Müslüman ülkeler olduğunda o ülkelerin içinde aparat güçlerini hemen harekete geçirerekten irtica yaygarasıyla bir bardak suda fırtına koparmayı marifet sayarlar.       

        -Sosyalist devletler içerisinde Çin örneğini verecek olursak, malum bu ülkenin Anayasası’nın 46. maddesi, vatandaşlara herhangi bir dine inanmama hürriyeti vermekle yetinmemiş Tanrı tanımazlığı yayma özgürlüğü de tanımıştır. Zaten komünizm ve onun türevi ateist sosyalist akımlardan başka bir şey beklenemezdi. Ki; onlara da o yakışır elbet.

        -Türkiye’de ise Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Gazi Mustafa Kemal Paşa Balıkesir Zağanos Paşa Camiinde minbere çıkıp hutbe irad ettiğinde “Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti. Atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hz.leri Cenab-ı Hakk tarafından insanlara hakâyıkı tebliğe memur ve resul olmuştur” hitabetiyle giriş yapar.  İrad ettiği hutbenin devamında ise Anayasamız Kur’an’dır anlamında söylediği cümle ile milli mücadelenin ruhunu TBMM hükümetinin başkanı olarak şöyle ortaya koymuştur: “Kanun-i Esasi cümlenizce malumdur ki, Kur’an-ı Azimûş-şan’daki nusûstur (Anayasa Kur’an’daki emirlerdir)”.  (Bkz. Milli mücadelenin resmi yayın organı Hâkimiyeti Milliye 11 Şubat 1923 tarihli nüshasında neşredilen Balıkesir Hutbesi)

        Hakeza Türkiye’de 1924 Anayasasının 75. Maddesinde ifade edilen “ Hiç kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi içtihadından dolayı muaheze edilemez (sorgulanamaz). Asayiş, adab-ı muaşeret-i umumiye (genel görgü kuralları) ve kavanine mugayir (kanunlara aykırı) olmamak üzere her türlü ayinler serbesttir” hükmüyle aslında toplumun hemen her kesimine istediği şekilde dinini yaşama hürriyeti verilmiştir. Ama gel gör ki 1924 Anayasasının 75. Maddesi 1937 yılına dek yürürlükte olduğu halde 30 Kasım 1925 tarihli kanunla Anayasaya aykırı bir şekilde ayin yapılan mekânlar kapatıldığı gibi ayin yapma yasağı da getirilmiştir. Malum çıkarılacak olan kanunlar Anayasanın üstünde olamaz. Her ne kadar 1928 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile  “Devletin dini İslam’dır” fıkrası 26. maddeden kaldırılsa da ilginçtir gözden mi kaçmış olsa gerek bilinmez ama şu da bir gerçek; 1924 Anayasasının 75. maddesi değişikliğe uğramadan hüküm olarak aynı kalmıştır. Bu demektir ki dini ayin yapan tarikatlara bir takım yasaklar getirilmesi Anayasaya aykırı olarak kanun olarak düzenlenmiştir.  

         Evet, yukarıda sıraladığımız bahsi geçen örnekler iyi analiz edildiğinde Fransa hariç, tüm batı ülkelerinde din hukukun vazgeçilmez temellerinden sayılmakla kalmamış, anayasalarında laiklik din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde güvence altına alınıp din hep sosyal hayatın içinde olmuştur şeklinde hükme varabiliriz pekâlâ.   

        Peki ya Türkiye!  Malum Türkiye’de laiklik Fransa tipi laikliktir. Dahası Türkiye her fırsatta batı, batı diye sayıkladığı halde,  her nedense batıda tek istisna uygulama modele sahip Fransa’yı rehber almış ve zaman içerisinde 1924 Anayasasının ruhundan uzaklaşıp rehber alınan Fransa’dan daha kati laiklik modeli ortaya konulmuştur. Hatta bununla da kalınmamış icabında 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat askeri darbelerle her fırsatta tanımı yapılmamış laiklik habire güncellenip değişmez hükme bağlanmıştır. İşte ülkemizde, niye bu denli laiklik kavramı etrafında bir bardak suda fırtına koparıldığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Hiç kuşkusuz bir bardak suda fırtına koparmanın arka planında yatan ana neden İslami fobi algısıdır.  Oysa korkunun ecele faydası yoktur.  Zira İslam barış ve esenlik kaynağı bir dindir.

         Tanımı yapılmamış bu kavram daha çok su götürecek gibi.  Baksanıza toplumun büyük bir kesimi laikliği, insana nefes aldıran bir ilke olmaktan ziyade, bir ideoloji olarak algılıyor.  Hem nasıl öyle algılanmasın ki, ikide bir emri vakiyle insanımızın ruhu esir alınmaya çalışılmıştır. Laiklik adeta kutsal bir Dinmiş gibi lanse edilip, Fransa endeksli laikçilik güdülmüştür. Böylece laiklik 1789 Fransız İhtilali sonrası gerçekleşen ulus devlet anlayışının bir yansıması olarak karşımıza çıkıp  “öteki din”  gibi sunuldu hep.  Hatta sadece sunulmakla kalınmayıp din ve bilim iki zıt değerlermiş gibi dinin yerine suni laikçilik anlayışı zihinlere kazınması hedeflenmiştir. Hâlbuki “İlim nerede olursa alınız” buyuran bir dinimiz vardır. 

        Kavramlar ideolojik maskeye dönüştürülürse olacağı buydu elbet. Kaldı ki toplumda laik ve anti-laik iki uç kamplaşma şeklinde karşımıza çıkıp zaman zaman işin boyutu kaos ortamına dönüşebiliyor. Zaten ideolojik oluşumların ruhunda kavga vardır. Bu yüzden değil laiklik kavramı, din kavramının bile politize edilmesini tehlikeli buluyoruz. Bakınız Bediüzzaman,  onca geçirdiği tecrübe birikiminden hareketle; din politize edildiğinde politikanın meleği şeytan, şeytanı melek gösterebileceği kanaatine varmıştır. Bu kanaat aynı zamanda bize tıpkı birilerinin bir zamanlar laiklik yerine laikçilik yapıp etrafa korku salmalarında ki yaşanan acı dramları hatırlatır. 

        Anlaşılan mezkûr kavramların anayasada tarif edilmemiş olması krize yol açmaktadır. Hala tarif edilmeyen kavramlardan medet umup gününü gün eden şahısların oluşturdukları gündemleriyle oyalandırılıyoruz. Bu demektir ki militan laiklik anlayışı bireye tercih hakkı tanımıyor,  sadece bireye mi, elbette ki bunun yanı sıra topluma da deli gömlek bir ideoloji olarak giydirilmeye çalışılıp tercihlerine müdahale edilmekte. Oysa giydirilmeye çalışılan tek tip gömlekler bu millete dar geliyor. Bu yüzden halk dinle barışık, sivil demokratik anlayıştan yana tavır koymakta. Dahası halk müspet manada bir laiklik ilkesinden yana olup, böyle bir laikliğin dini kültürün gelişmesine katkıda bulunacağını düşünüyor. 

         Her seferinde devletimizin kurduğu İmam Hatip okullarını gündeme getirip,  bu okulları irticanın odağı olarak gören bu söz konusu militan laikçi zihniyet, galiba bu okulları bizatihi İsmet Paşanın açtığını unutmuş gözüküyorlar, çekinmeseler ikinci adam olarak gördükleri İsmet İnönü’ye de ateş püskürecekler. Hakeza Atatürk’ü her seferinde referans alanlar, her ne hikmetse onun Elmalı Hamdi Yazır’ın tefsirinin yayınlanmasında büyük rolü olduğunu görmezlikten gelebiliyorlar. Elbette ki bizde inkâr etmiyoruz, Atatürk tekke ve zaviyeleri, hatta türbeleri kapatmış bir lider, amma velakin Suphi Tanrıöver bu konuda Atatürk’e;

        “- Efendim kapatmasına kapattınız ama bunlar arasında milli kültürümüze hizmet etmiş mümtaz şahsiyetlerin türbeleri de var. Bari olmazsa onları açalım”  önerisinde bulunabilmiştir.

        Bu durum karşısında Atatürk:

         “- Ben öldükten sonra onları da siz açın” demiştir.  İşte görüyorsunuz,  katılır veya katılmayız o günün şartlarında öyle gerekiyormuş öyle yapılmış. Madem öyle referanslarımızı 1930’lu yılların şartlarından günümüze taşırken biraz insaflı olmakta fayda vardır. Her devrin kendine özgü sosyolojik şartları söz konusudur çünkü. Demokratikleşme yolunda genelden özele değil, özelden genele bir yol takip etmeliyiz. Cumhuriyeti değerlendirirken, o müthiş Osmanlı mirasını göz ardı etmemeli. Göktürk ayrı, Selçuklu ayrı, Osmanlı ayrı, Cumhuriyet ayrı diye mütalaada bulunmak yanlış. Hepsi birbirinin devamı devletlerimizdir. Mutlaka uzlaşma noktaları bulmalı,  tarih bize bu tecrübeyi veriyor da. Zaten tarihle barıştığımızda önümüze dizilen tüm barikatların kendiliğinden tek tek kalkacağını görebiliriz pekâlâ.

         Cumhuriyet her ne surette olursa olsun bilhassa ideolojik tek partili milli şef idaresinden bir şekilde kendi iradesi doğrultusunda çok partili hayata geçebilmiştir. Sonuçta Cumhuriyeti kuranlarda meşrutiyet neslidir. İşte bu nesil o kültürün birikimiyle sancılı da olsa demokratik adımların atılmasında temel harç olabilmişlerdir. En azından kendilerine diktatör denilmesinden rahatsızlık duymuşlardır,  hatta bu uğurda harekete geçmişler de. Asla onlar Saddam ve Kaddafi, Beşar Esad gibi yol izlemediler.       

         Devamlılık ve değişim, her milletin başına gelen alın yazısı, bu kaçınılmaz bir realite.. Değişim engellerle karşılaşsa da sonunda kazanan yine değişimdir.  Bu yüzden ilk Cumhuriyetin kodladığı altı ok’un Anayasaya konulmasını tasvip etmiyoruz. Neyse ki altı ok zaman aşımına uğrayıp değişim karşısında yenilgiye uğrayabilmiştir. Hatta halkı tepeden selamlayanlar sonunda halkın onayına başvurmak zorunda kalmışlardır.  Madem öyle, bir daha bu durumları yaşamamaları için altı okun içerisinde demokrasi kavramının neden yoktur diye bir kez daha düşünmelerinde fayda var. İcabında bu da yetmez Bediüzzaman’ın; “Ben dindar Cumhuriyetçiğim” sözünden ders almaları gerekmektedir. Bundan da öte anlamamız gereken şey dinimizin cumhuriyetle bir problemi olmadığı gerçeğidir. Keza cumhuriyet de dini mesele etmemeli. İşte demokratik zihniyetten kastımız budur.

        Velhasıl-ı kelam; Cumhuriyeti ancak cumhur olan anlar.

         Vesselam.