Selim Gürbüzer


İSLÂMIN TEMSİLCİSİ Mİ, HİZMETKÂRI MI?

İslâm’ı temsil etme iddiası, çok büyük bir mesuliyeti yüklenmeyi gerektirir. Her kim bu iddiayla ortaya çıkıyorsa, biliniz ki o İslâm’la kendini özdeş görüyor demektir. Ki, bu durum son derece tehlikeli ve fitneye yol açan bir husustur.


İslâm’ı temsil etme iddiası, çok büyük bir mesuliyeti yüklenmeyi gerektirir. Her kim bu iddiayla ortaya çıkıyorsa, biliniz ki o İslâm’la kendini özdeş görüyor demektir. Ki, bu durum son derece tehlikeli ve fitneye yol açan bir husustur. Dolayısıyla hiç bir makam, hiçbir mevki, hiçbir kuruluş, hiçbir toplum ve hiçbir fert İslâm’ı asla temsil edemez. Zira Allah Resulü (s.a.v)’in “Emr olduğun gibi dosdoğru ol” ayeti celilesinin dehşeti altında titreyip derin derin düşünmesi bu gerçeğe işarettir. Yine Peygamberimiz (s.a.v)’in “Ümmeti, ümmeti, ümmeti” diye feryat etmesi ümmetine olan hizmetkârlık duygu selinin bir yansımasıdır. 
Malumunuz dünyada en büyük çileyi çekenler peygamberlerdir. Bu demektir ki peygamberlik gibi yüce bir makamda bile çile söz konusu. Düşünsenize Hz. Muhammed (s.a.v.) zirvenin en tepesinde Makam-ı Mahmud'a ulaşmış bir nebi ve üstelik kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen en büyük çileyi çekenlerden olmakta. Bu arada şunu da unutmayalım ki bu çile makamının bir başkalarınca davası küfürdür.

Evet, Allah Resulü (s.a.v), tüm Nebilerin üstünde Makamı Mahmud mertebesine erişmiş bir peygamber olması hasebiyle “Bir elime ayı, diğer elime de güneşi verseniz bu davadan asla vazgeçmem” diyerek can yürekliliğini ortaya koyduğu gibi “Emr olduğun gibi dosdoğru ol” ayeti mucibince de Hûd Suresinin mesuliyetini yüreğinde hissetmiştir hep. İşte Resulullah (s.a.v)’in sırtlandığı bu ağır mesuliyeti yakinen müşahede edip hayat biçimine uygulayan sahabe-i kiram ise “Gökteki yıldızlar” övgüsüne mazhar olmuşlardır. Öyle ki Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve Allah Resul’ünün hakikatleri uğruna mallarını, canlarını, evlatlarını İslâm uğruna sebil etmişlerdir. Nitekim Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) sahabe halkanın baş tacı olarak halifelik hırkasını giydiğinde “Nezdinizde mazlumlar, haklarını alıncaya kadar çok kuvvetli, zalimler ise mazlumun hakkını verinceye kadar çok zayıf olacaklardır” sözleriyle Allah Resulünden devr aldığı emanete sahip çıkacağını beyan etmişlerdir. İşte Hz. Ebû Bekir-i (r.a)’ı sıddıkiyet makamına ulaştıran iksirde bu anlamlı sözlerinde gizlidir. Zaten kendisi ashabın reyi ile halife seçilir seçilmez ilk iş kendini Ümmeti Muhammed’in hizmetkârlığına adamak olmuştur. Hakeza Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’dan emaneti devr alan Hz. Ömer (r.a)’da sırtında un çuvalıyla kapı kapı dolaşıp fakirlerin hizmetine koşturması o da kendini İslâm’ın temsilciliğine değil hizmetkârlığa adanmışlığını gösterir. Bir başka adanmışlık özelliği de adalet timsali olmanın yanı sıra iyiyi kötüden ayırabilecek karakteristik mizaca sahip olmasıdır. Böylece bu özelliğinden dolayı “Ömer’ul-Faruk” olarak adından söz ettirmiştir. Hz. Ömer (r.a)’dan sonra emaneti devr alan Hz. Osman (r.a) ise malum merhametiyle ve halim selim tabiatıyla dikkatleri üzerine çeken bir halifedir. Öyle ki o’nun bu yumuşak mizaca haiz özelliği peygamber damadı olmasına yetip böylece “Zinnûreyn” (çift nur) şerefine nail olmasını beraberinde getirmiştir. Ayrıca zengin olması hasebiyle malını Allah yolunda harcamış üçüncü halifedir O.

Peki ya Hz. Ali (k.v)? Malum Hz. Peygamberin (s.a.v) o’nun hakkında “Ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele vereceksin” dediği dördüncü halifemizdir. Gerçekten de Hz. Osman’dan sonra halifelik makamına geçtiğinde ömrü boyunca “ilmin kapısı” hüviyetiyle Kur’an ahkâmının tevili üzere mücadelesini sürdürmüştür hep. Öyle anlaşılıyor ki halifelik makamına öyle damdan düşer gibi hemen gelinmiyor, bilakis daha öncesinden ilim yolunda ter dökmenin yanı sıra çok büyük meşakkatler ve çileleri göğüsleyerek gelinebiliyor. Nitekim halifeliğe geldikten sonrada gâh bin bir türlü işkencelere maruz kalarak, gâh canını feda ederek halifeliği hakkıyla yerine getirmesini bilmiştir. İşte bu nedenledir ki çile yolunda İslâm’a hizmetkâr olmak (hadim olmak) çok büyük bir nimet olarak karşılık bulmuştur.

Sahabeden sonra hizmet zinciri tâbiîne devrolunur. Hiç kuşkusuz Tâbiîn nesli kendine Kur’an, Sünnet ve sahabenin örnek hayatını ölçü almıştır. İşte bu ölçü sayesinde İslam’ın temsilcisi olarak değil, İslam’a hadim olmak bilinciyle yola revan olmuşlardır. Hakeza sahabe ve tâbiîn”den sonra gelen ulema ve evliyalar halkası da İslam’ın temsilcisi olarak değil İslam’ın hadimi olarak kendilerini adamışlardır. Nitekim Tâbiîn ulularından Hasan-ı Basri (r.anh.) bu hususta bakın ne buyuruyor;

“-Evliyalar olmasaydı dünya yok olurdu, 

-Adil sultanlar olmasaydı insanlar birbirlerini yerlerdi, 

-Salih kimseler olmasaydı günahkârlar helak olurdu, 

-Ahmaklar olmasaydı dünya ma’mur olmazdı, 

-Rüzgâr olmasaydı her yeri fena koku kaplardı, 

-Âlimler olmasaydı insanlar hayvanlar gibi olurdu.” 

Gerçekten de yukarıda ki sıralamadan da anlaşıldığı üzere Allah Resul’ünde toplanan üç vazifenin (devlet yöneticiliği-ruhani reislik- ilim reisliği) varisi konumunda gerek Hulefa-i Raşidin, gerek Tâbiîn, gerekse ilmiyle amil olmuş Ulema üzerinde tecelli edip pay edildiğini görürüz. Zira Peygamberimiz (s.a.v.) hem ilim, hem devlet başkanlığı, hem de ruhani rehberliği şahsında toplamış bir Nebidir. Günümüzde bu üç görevin tek bir şahısta birleşemeyeceği malum. Şayet birileri kalkıp da; “Ben halifeyim, ben mehdiyim, ben falanım, ben filanım, düşün peşime” türünden sözlerle ortaya çıkıyorsa, biliniz ki o tür insanlar ümmetin dini duygularını istismar etmeye namzet fitne mümessilidirler. Zaten “ben” kelimesiyle ortaya çıkmış bir insan, bırakın halife olmayı ona iki koyunu versen bir bakmışsın elindekilerini güdemeden kurda kaptırmış olarak eve dönmüş görürsün. Dikkat edin ehlisünnet âlimleri genellikle “ben” kelimesini dillerine alıp telaffuz etmezler. Çünkü ben’lik davası şeytandandır. Nitekim Şeytanı dergâh-ı ilahiden uzaklaştıranda kendi egosunun galebe çalmasıydı.

Evet, Resulullah (s.a.v)’in şahsında toplanan o üç vazife ümmeti üzerinde tecelli etmeseydi kim bilir halimiz nice olurdu. İyi ki de bu üç vazife zahiri ve manevi kanaldan ümmet içerisinde ilim adamlarına, evliyalara ve Müslüman ülkeleri idare eden sultanlara pay edilmişte bu sayede hemen her alanda başsız kalmamış olduk. Malum devletini idare edecek olan ulu’l emr, devlet risaleti açısından Allah rızası için halka hizmet ettiği sürece peygamberimizin varisi hükmünde halef başkanı olmuş sayılır. İlim adamları da ilmiyle ümmeti aydınlatıp irşadını devam ettirdiği müddetçe onlar da ilmi yönden Resulullah (s.a.v)’in varisi hükmünde halef âlim demektir. Hakeza evliyaullahta Rızayı Bari için insanları terbiye ediyor ve manen irşad olması için çaba sarf ediyorsa onlarda ruhani yönden Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde halef veliyullah demektir. Ancak şunu belirtmekte fayda var; gerek idari bakımdan görev yapan emir sahipleri, gerek ilim hizmeti verenler ve gerekse irşatla vazifeli evliyalar, İslam’ın temsilcisi hissiyatıyla hareket ediyorlarsa peygamberimizin hayatta iken icra ettiği o üç vazifesine de halef olamazlar. Öyle anlaşılıyor ki, İslam’a hadim olmak şuurunda ve Halka hizmet etmenin Hakka hizmet etmek olduğunun idrakiyle görev ifa edenler ancak halef olma vasfına erişebiliyor. Malumunuz hakiki bir âlim, ben âlimim demediği gibi hakiki bir şeyhte ben şeyhim demez. Nitekim şöyle kütüphanelerimizin arşivlerinde yer alan kitaplara bir göz attığımızda şayet içlerinde herhangi bir kitabın üzerinde müellifin ismi yazılı değilse biliniz ki o müellif ismini yazmaktan imtina edip, kendisini “esfakir” olarak tanımlamayı yeğlemiştir. Hakeza Allah dostu bir şeyhte “şeyh misiniz” sorusuna muhatap olduğunda, kendinden önceki şeyhi işaret edip kendini asla şeyh olarak takdim etmez. Ki, buna gerekte yoktur. Zaten Allah dostları kendilerini şeyhim diye takdim etmese de sonuçta onların irşad ediciliğinin yanı sıra etrafında zikir halkası oluşturabilmeleri yeterince şeyhliğini ortaya koymasına yetiyor.

Tarihte Şeyh Said isyanı diye adlandırılan olayı konumuzun dışında olması hasebiyle şimdilik bu meseleyi burada irdelemeye gerek yoktur elbet. Bu olayı tarihçilere havale etmek daha doğru olur. Konu başlığımız itibariyle bizi ilgilendiren asıl husus çıkarıldığı mahkemede sorgulamasında dile getirdiği o müthiş kayda değer cümleler çok önem arz etmekte. Şöyle ki; İstiklal Mahkemelerinde sorgulanan Şeyh Said’e mahkeme heyeti:

“-Kendinize ‘emir-ul mücahidin’ ve ‘emir-ul müminin’ unvanını yakıştırmışsınız bu doğru mudur diye sorduğunda; Şeyh Said şu cevabı verir:

“-Yazan küstahlık etmiş. Tam aksine kendime Hadim-ül müminin (mü’minlerin hizmetçisi) sıfatını benimsedim.”

İşte mahkeme heyetinin huzurunda söylediği bu cümleler hiç kimsenin İslam’ın temsilcisi olamayacağını ancak ve ancak hizmetkârı olabileceğini anlatmaya yeter artar da.

Devleti idare etme noktasında bir örnekte: Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran seferinden tam iki yıl sonra Mercidabık’da Mısır kuvvetlerini yenip Haleb’e girdiğinde yediden yetmişe hemen herkese “hadimiyet” dersi vermesidir. Tarih 29 Ağustos 1516, günlerden Cuma. Yavuz Sultan Selim Haleb Camii Kebir’inde Cuma namazını kılmaya hazır vaziyette kendi adına hutbe irad edildiğinde Minberde ki hatip ona yönelik:

-“Hakimü’l-Haremeyniş-Şerifeyn (Mekke-Medine’nin hâkimi)” diye hitap eder.

Tabii bu durumda Yavuz Sultan Selim’i şiddetli bir sıkıntı hali alır ve derhal müdahale edip;
“-Ben hakimü’l Haremeyniş Şerifeyn değil, Hadimu’l Haremeyniş Şerifeyn’im (Mekke ve Medine’nin hizmetkârıyım)” der. Ve hatip bunun üzerine sözünü geri alıp düzeltince, Yavuz Sultan Selim camii halısını kaldırıp alnını toprağa değdirerekten şükür secdesine varır. Bu arada hatibe kıymetli bir cübbe hediye etmeyi de ihmal etmez. Böylece Yavuz Sultan Selim adına yakışır bir davranışla Yüce Peygambere (s.a.v) halef olmanın ümmete hadim olmaktan geçtiğinin mesajını vermiş olur. Şimdi sormak gerek bugünkü idarecilerimiz acaba idare ettiği halkının temsilcisi olma sevdasında mı, yoksa hadim olma sevdasında mı?

Kelimenin tam anlamıyla İslam’a hizmetkâr olma hissiyatı, Osmanlı’yı üç kıtada cihan devleti olmasına yetmiştir. Öyle ki devletin en tepesinden en aşağısına kadar Müslim idareci sınıfın hemen hepsi hadimiyet şuuruna sahipti. Bakınız Moltke bu hususta ne diyor; “Padişah ismi Abdulmecid, yani Allah’ın kölesi manasına bir isim. Dolayısıyla esir azad edilmekle kalmaz, ömrü boyunca geçimi de sağlanır. Padişahın damatları bile satın alınmış esirlerdir. Daha çocukluğunda velinimetinin evine giren esir ailenin bir üyesi haline gelir.”

Gerçekten de Moltke dile getirdiği bu cümleleriyle bize ışık tutmuştur. Nitekim payitahta ve saraya bağlı olarak köle ve esirlerin durum vaziyetine baktığımızda Selçuklu Türkiye’sinde Gulamhane, Osmanlı’da Yeniçeri ocağının bu iş için teşkilatlandırıldığını görürüz. Hatta Osmanlı’da hatta Türkçe bilmeyen veziriazamların iş başında olduğu görülmüştür. İşte Moltke bu nedenledir ki, hadimiyet bilincinin Osmanlı’da en üst doruğa ulaştığını şu sözleriyle haykırır: “Türkler kölelikte bile garbın idrakinden ileridirler. Asırlardan beri devlet mensuplarına geçenlerin kölelikten geldiği aşikârdır.”

Evet, Osmanlı’da bir bakıyorsun toplumun en aşağı konumda olması lazım gelen köle, yüksek bir mertebeye erişebiliyor. İşte imkân ve fırsat eşitliği budur. Örnek mi istiyorsunuz, işte Ali Paşa Mısır Çarşısı kapıcısının oğlu olması, işte etnik kökeni Abaza olan Koca Hüsrev Paşanın köle olması bir yana bu paşanın bizatihi yetiştirdiği tam tamına 33 kölenin de “Paşa” olmaları bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yetmedi bunlar arasında sekizi müşavirlik makamına yükselmişler bile. Ve bu örneklerden anlaşılan o ki “abd” olmadan “efendi” olunamayacağı gibi “ayak” olunmadan da “baş” olunamaz. Peki, günümüz uygulamalara baktığımızda durum vaziyet nedir derseniz, maalesef kahır ekseriyet mevki makamlara oturanların çoğu, tüyü bitmemiş yetimlerin feryatları üzerine günlerini gün edip külfetsiz nimet elde etmiş adamlardır. Elbette ki bu devran hep böyle gidecek değil ya, gün gelir “külfette ve nimette beraberlik” ilkesi gerçekleştiğinde ülkemiz kendi öz kodlarına dönüp hizmet odaklı bir yapıya yeniden kavuşması an meselesidir diyebiliriz.

Her neyse yine tarihi süreçte ki serüvenlerimize dönüp kurum ve kuruluş yönünden İslam’a hadim olmak üzere inşa edilmiş müesseselerimizin kuruluş gayelerine baktığımızda bu işi için konumlanmış Selçuklu’da ribatları, Osmanlı’da ise kervansarayları örnek verebiliriz pekâlâ. Nitekim bu müesseseler hizmet odaklı müesseseler olarak var olmuşlardır. Bakın Prof. Dr. Osman Turan söz konusu müesseseler hakkında özetle:

-“Ribatlar hudutlarda askeri gayeler için yapılmış müstahkem yerlerdir. İslâm hudutları daha ileri ülkelere gittikleri zaman ribatlar, askeri mahiyetini kaybederek kervansaraya dönüşür. Kervansaraylar şüphesiz daha evvel İslâm dünyasında kurulan ribatların devamıdır. Yoldaki kervansaraylara karşılık şehir ve kasabalardaki hanlar da tüccar ve yoksullara mahsus olmakla beraber, ticari ve ücretli olduğunu söyleyebiliriz. Davet üzerine Konya’ya gelen Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled I. Aladdin Keykubad’a; İmamların ineceği yer medrese, Tüccarlara Han, Şeyhlere hanekah (tekke), beylere saray, rindlere zaviye, gariblere mastabab” olduğunu dile getirmekle kuruluş gayelerini ortaya koymuştur. Bitmedi tabii, dahası var. Şöyle ki kaleminden dökülen satırlara odaklandığımızda daha başka yaptığı ilginç tespitler gözümüze şöyle çarpar:

-“Hancılar dellallar gibi: Ey Ümmeti Muhammed, malınız, canınız, atınız, donunuz tamam mıdır? diyerek rica edip nida ederler. Misafirin cümlesi tamamdır. Hak sahibi hayreten rahmet eyleye diye karşılık verirler. Selçuklular, kervansaray müessesini Türkistan’a getirmişlerdir. Osmanlılarda uygulanan devletçilik, kervansarayın ileri gelişmiş halidir. Kapuda daima didebanları negehbanklık ederler. Ba del aşâ kapuda mehter-hane çalınıp kapused olunur. Bidabanlar vakıftan kandiller yakup dibinde yatarlar. Ta cümle misafirin kalktıktan sonra yine mehterhane döğülüp herkese malından haberdar olunuz.” 

İşte yukarıda ki satırlardan da anlaşıldığı üzere Selçuklu ve Osmanlı’da topluma hizmetkârlık nimet olarak algılanıp önemine binaen bu uğurda ribat ve kervansaraylar inşa edilmiştir.

Tevhid, Allah’tan başka mabut yoktur anlamında O’na kul olmak demektir. Hele bir insan Allah’a kul olmaya bir görsün asıl o zaman gerçek hürriyetin idrakine varmış olacaktır. Hatta bir insan padişahta olsa bu böyledir. Örnek mi? İşte I. Ahmed, padişah, ama aynı zamanda hizmetkârdır. Nasıl mı? Şöyle ki; adının verildiği cami yapımının inşasına taş toprak taşıyarak hizmetkârlık yapmıştır. Nitekim caminin temelleri kazılırken genç padişah, hadimiyet şuuruyla eteğine doldurduğu toprağı taşıyarak işçileri aşkla çalışmaya teşvik etmiş ve böylece padişahlığın geçici olduğunu, asıl kalıcılığın hizmetkârlık olduğunu göstermiştir. Her fani gibi o da bu dünyadan göç etse de sonuçta İstanbul’da ismiyle müsemma olan Sultan Ahmet Cami gönüllerde halen yaşıyor zaten. Gerçekten de öyle değil mi, baksanıza I. Ahmed zahiren aramızda yok ama ruhen İstanbul’da bütün heybetiyle bizi selamlayan Sultan Ahmed Camiinin abidevi ihtişamıyla ruhen vardır. İşte bu noktada Sultan Ahmed Camii, camii olmanın ötesinde hadimiyet remzi olur da.

Peki, padişahlar hadimiyet bilinciyle hizmetkâr olurda tasavvuf erbabı olmaz mı, elbette ki cümle meşayıhta “hizmet nimettir” aşkıyla yanıp tutuşmakla hizmetkâr olmuşlardır. Bakınız Hacegan silsilesinin arifleri amelden çok hizmetkârlığa önem vermişlerdir. Öyle ki, dergâhta iş olmazsa, evleri yıkar yeniden ev yaparlarmış. Bundan maksat hizmetin durmamasıdır. Hele ki Sadat-ı Nakşibendî yolunda öteden beri çorba vermek hizmet olarak addedilmiş ve bu hizmeti kıyamete kadar devam ettirme gayreti içerisinde olmuşlardır hep. Nitekim Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (k.s.) bir sohbetlerinde “Eğer farz ve sünnetler olmasaydı, birinci olarak çalışmayı emrederdim” buyurmakla dergâhta hizmet etmenin ehemmiyetini ortaya koymuştur. Hakeza Tabduk Emre de kapısını aşındıran Yunus Emre’nin buğday isteği karşısında, oğul nefes demiştir. Burada buğdaydan maksat himmettir, nefesten maksat ise hizmettir. Dolayısıyla Tabduk Emre himmet yerine illa da hizmet demiştir. Yunus’ta en nihayetinde nefsine yenik düşmeyip odun toplamaya koyulduğunda onu bu halde görenler “Dergâha taşıdığın odunlar arasında hiç mi eğri odun yok” diye sorduklarında verdiği cevap son derece manidardır: “Tapduk’un kapısına asla eğri odun yaraşmaz.”

Hâsılı başka ne diyelim, öyle ya madem bizim Yunus Emre’miz hizmetkârlığı şiar edinmiş o halde bizim tercihimizde buğdaydan (himmetten) yana değil, nefesten (hizmetten) yana olmalıdır.
Vesselam.