Ülkemizde yaşanan tartışmalar, bulunduğumuz seviyeye işaret etmesi bakımından hangi seviyede olursa olsun insan seviyemizin ne olduğunu gözler önüne seriyor.
Erkek milletvekilleri kavga eder de kadın vekillerimiz bundan ayrı mı kalır? Onlar da saç saça, baş başa kavga etmesini bildiklerini ve erkeklerden hiç de ayrı kalır taraflarının olmadığını ne de güzel gösterdiler. Oysa herhangi bir kurumda kadınlar varsa orada erkekler daha medenî ve kibar davranırlar diye düşünürdüm. Çünkü kadınların olduğu yerde kabalıktan ziyade nezaketin daha fazla olabileceği kanaatine sahiptim. Oysa kadınların da ne kadar kabalaşabileceklerini, şiddet ile aralarındaki mesafenin hiç de sanıldığı kadar açık olmadığını görmek de varmış.
Toplum, bileşik kaplar misalidir. Bu kapların su seviyeleri arasında uçurum yoktur. Genelde birbirlerine yakın seviyede bulunurlar. Toplumlar da böyledir: İlkokulda çocuklar kavga ediyorlarsa üniversitede de kavga ederler. İlkokulda yalan söyleniyorsa, orada öğretmen işinden kaytarıyorsa üniversitede de yalan söylerler; orada da hocalar işinden kaytarırlar. Ateisti ile dindarı, fakiri ile zengini, sağcısı ile solcusu, topçusu ile popçusu, erkeği ile kadını, genci ile yaşlısı, çocuğu ile ergini arasında da pek fark yoktur. Sağlıklı bir toplumsal yapı da zaten bundan pek farklı değildir.
Her konuda sonuç alıcı bir rekabetin yaşandığı ülkemizde sonuca gidici süreçlerin önemsizleşmesi ile birlikte değerlerin alt-üst olduğu gün gibi ortada. Nezaket ve kibarlık, yerini kabalık ve şiddete; hakikat yerini yalan ve yanlışa; fikir ve tartışma, yerini inat ve yobazlığa; estetik, yerini gösterişe; hak, yerini güç ve kuvvete; özgürlük, yerini itaate; sorumluluk, yerini nemelazımcılığa; düşünce, yerini dogmatikliğe; sevgi, yerini nefrete; saygı, yerini düşmanlığa bırakmış gibi görünüyor.
Geldiğimiz bu durumdan, hiç kimse kendisini muaf tutamaz. Hepimiz suçluyuz ve hepimiz bu gidişata prim veren ve katkıda bulunan bir konumda bulunuyoruz. Hepimiz suçlu ve elbette hepimiz günahkârız. Hepimizin suçlarıyla ve günahlarıyla yüzleşme zamanı geldi de geçiyor bile.
Unuttuklarımızı hatırlama ve kaybettiklerimize yeniden sahip olma gibi bir derdimiz olmalı. Bizim şahsiyetimizi kuran ve bizi geleceğe taşıyacak olan tarihsel ve kültürel birikimi heba etmekten artık vaz geçmeye, Anadolu?nun sahip olduğu irfan geleneği ile tekrar tanışmaktan yana çabaya ihtiyacımız var.
Tahammülsüzlük, can sıkıntısının ve kendine güvensizliğin temel işareti olduğu gibi güce sahip olmanın da temel işaretlerinden birisidir. Dayandığımız zeminin ne derece kaypak olduğunun da ayrı bir göstergesidir. Oysa Anadolu toprağı, dayandığımız zemindir ve bu zemin her hâliyle güçlü bir dayanaktır. Bu, insanımızın dayandığı zeminin kayması anlamına geliyor.
Tarihin ideal bir sonundan bahseden her fikir eksiktir, yanlıştır ve insanlığın önündeki en büyük engeldir. Geldiğimiz hiçbir nokta, geleceğimiz son nokta değildir. Geldiğimiz hiçbir nokta, sahip olduğumuz sorunları bütünüyle ortadan kaldıracak ve dünyada cenneti kuracak olan bir nokta da değildir. Tarihte ilerlemeler olduğu gibi duraklamalar ve gerilemeler de olur. Kısmî bir tarih görüşü, hangi noktaların ilerleme, hangilerinin duraklama ve gerileme olduğu konusunda hüküm veremez. Tarihe toplu ve bütüncül bir bakış, bize tarihin manası hakkında fikir verebilir. Her dönem kendisini yüceltir ve bu yüceltme içerisinde bir konformizm inşa eder. Konformizmin ortaya çıkardığı can sıkıntısı, tarihi yeniden başlatır. Tarih, durmuş gibi görünse de durmaz ve yeniden başlamalarla yoluna devam eder. Bu yolculukta yeniden başlamayı başaramayanlar, tarihin dışında kalırlar.
Biz, tarihe ait olarak tarihte kalmayı ve her defasında yeniden başlamayı başarmış bir milletiz. İnançla, fikirle, bilimle, sanatla, felsefe ile başarmak gibi bir görevimiz var. Umutsuzluk, tarihin dışına atar ve öldürür?